Ana içeriğe atla

Her şeye rağmen edebiyat mı?

 


Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim.

2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım.

Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyordu,” deyip bir tweet hacmindeki yazıların konuyu tartışmak için yeterli bir imkân sunmadığını da söyledi.

Yazmış olduğum tweet’e ağırlıklı olan edebiyatçılardan gelen tepkilerin özeti şuydu: “Önemli olan edebi ölçütlerdir, yayınevinin faşist olması yazarı bağlamaz, biyosunda faşist yazan genel yayın yönetmeni var diye söz konusu yayınevi faşist olmaz. Zaten hiçbirimiz kafamıza göre yayınevi bulamıyoruz, kitabımızı nerede bastırabilirsek şanstır, yazarlar olarak birbirimize müsamaha gösterelim. Tanpınar’a ve Cemil Meriç’e kendi çevreleri sahip çıkmayınca dünya düşüncelerine uygun olmayan yayınevlerinde yazmak zorunda kalmışlardı, şimdi onları ne yapalım, asıl siz faşistsiniz Ahmet Bey –beyi kendim ekledim, daha çok “dallama” gibi şeyler yazmışlardı–, hâlâ SSCB yıllarına özgü fikirleriniz var.”

Yazmanın ahlaki bir sorumluluk barındırdığına inanıyorum. Bu ahlaki sorumluluğun yerine getirilemediği durumlarda yazmayı, yayımlamayı vazgeçilmez bulmuyorum. Şartlar bizi zorunlu olarak istediğimizi, inandıklarımızı yazamaz hale getiriyorsa, bu ahlaki tutumumuzu bir kenara koyup, “nelerden vazgeçmek zorunda kalırsak kalalım, nerede yayımlanırsa yayımlansın fark etmez yeter ki yayımlansın,” diyerek yazmaya ve yayımlamaya devam etmek en hafifinden ahlaki değildir.

İktidara yaslanmanın büyük avantajları, onu eleştirmenin ağır bedelleri olduğu, otoriter baskının arttığı, hafiften ağıra doğru yayımlanmama, görmezden gelinme, maddi olarak kayıplar, hapis, sürgün ve öldürülme gibi risklerin baş gösterdiği durumlarda ahlaki değerlerden ödün vermeden yazmaya devam edebilmek git gide daha da zorlaşır. Böyle zor zamanlar büyük yazarların doğduğu zamanlardır aynı zamanda. Çarı eleştirdiği için kurşuna dizilmekten son anda kurtulan Dostoyevski, Fransa hükümetini karşısına alan Zola, faşizme karşı silahlı mücadeleye katılan Hemingway, Orwell, sürgünde ölen Zweig, Nâzım Hikmet bu yazar ve şairlerin ilk akla gelenleridir.

Yazdığım tweete gelen en büyük eleştirilerden biri olan “Önemli olan edebiyattır, yazar faşist olabilir ama yazdıkları güzelse mazurdur, yazarı yazdıklarından, yayınevinden ayrı tutmalıyız” iddiası doğru mudur gerçekten?

Ben buna katılmıyorum. Yazarı yazdıklarından ve son kertede yayınevinden ayrı tutamayız. İnsanların öldürülmesine, dinlerinden, ırklarından, cinslerinden, cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa maruz kalmasına razı olan, yangın yerine dönmüş bir ülkede sadece fikirlerinden dolayı insanların hapse girmesine, sürgüne gönderilmesine, işlerinden atılmasına alkış tutan yazar, yayınevi, genel yayın yönetmeni ve nihayet okur faşisttir. Bunu iddia ederken faşizmi elbette ki soğuk savaş yıllarının tırnak içindeki anlamıyla kullanmadığım rahatlıkla anlaşılıyordur. Zaten o tırnak içindeki anlamı da yeterince faşizm barındırmaktaydı.

Yazarı yazdıklarından ayrı tutalım mantığı, kişiliğinden hatta suçlarından dolayı insanların yaptığı işleri yargılamayalım düşüncesine yaslanır. Yazarı metinden ayrı tutalım diyenler aslında yazarın işi yazmaktır, yazar kötü bir insan da olsa, suç da işlese yazdıkları –yani işi– bundan etkilenmez, temiz kalır demek istemektedirler. Bu mantıkla hareket edersek, çocuk tacizcisi birinin, çok iyi bir anaokulu öğretmeni olmasını da hoş görmemiz gerekir. Adam çocuk tacizcisi biri olabilir ama çocuklarla ve velilerle iletişimi, çocuklara dil, matematik, beceri öğretimi üst düzeyde olduğu için taciz konusunu göz ardı etmeliyiz diyebilir miyiz? Hatta bu öğretmen geçen yıllarda yılın öğretmeni ödülü aldığı için çocuklarımızın öğretmeni olmasını istemeli miyiz?

Elbette yazarlar da insandır, kusurları, hataları, günahları hatta suçları olabilir. Dostoyevski’yi kumarbaz olduğu için, Bukowski’yi çapkın olduğu için okumayacak olursak o zaman okunacak kimse kalmaz, bunun da farkındayım. Kişisel suçları ve günahları bir yana bırakalım elbette. Ama bir yazar kasten adam öldürmek, tecavüz, soykırım destekçiliği, insanlığa karşı işlenen suçlar gibi faşizm suçları işlerse, bu suçların işlenmesini savunan yayınevlerinden kitaplar yayımlarsa bunu görmezden gelemeyiz.

Sol hatta komünist görüşe, dini ve muhafazakâr görüşlere sahip olan kişiler de faşizm bataklığının en çamurlu yerine gömülüyor olabilir. Modern dünya insanları git gide uçlardaki ideolojiler yerine neoliberal görüşlere zorlasa da, neoliberal hayat tarzı en konforlu hayat tarzı olduğu için insanlar akın akın koşsa da aslında dünya artık iyiler ve kötülerin yaşam alanına dönüşmüş durumda. Son çeyrek asır ideolojilerden bağımsız olarak iyilerin ve kötülerin mevzilendiği, cephelendiği bir zaman dilimine tanık oluyor. Tüm dünyada çevre ve ekoloji, kadın ve çocuk hakları, hayvan hakları, özgürlükler, emeğin saygınlığı konusunda kafa yoranlar ve dertlenenlerle bunları umursamadıkları gibi bunları umursayanları düşman belleyenler arasında olan bir iyilik ve kötülük mücadelesi söz konusu. Bu ikinci cephenin tamamına faşist diyorum kısaca.

Bu anlamda “Ben faşistim ulan kime ne?” diyen bir genel yayın yönetmeni olan yayınevini, sadece böyle bir genel yayın yönetmenini barındırmakla kalmayan, o genel yayın yönetmeninin seçtiği faşizmi öven kitapları yayımlayan yayınevini, kitaplarını yayımlamak için uygun gören yazarları okumamayı sadece bir tercih olarak değil kendi dünya görüşüm adına ahlaki bir sorumluluk olarak da görüyorum.

Biliyorum bu yazıdaki görüşlerimden dolayı da ağır hakaretlere maruz kalacağım. Bizzat bu görüşlerim kitap düşmanlığı ve faşizm olarak değerlendirilecek kimine göre. Yazdığım tweet’e olan tepkilerde olduğu gibi bu görüşlerim kitap yakmakla eş tutulacak.

Kitaplar da yayınevleri de orada duruyor, isteyen istediğini okusun, isteyen istediğini övsün. Ben kendi ahlaki tutumumdan bahsediyorum size. Diktatör aparatı olduğu için Knut Hamsun’u, Bosna’daki soykırımın destekçisi olduğu için Peter Handke’yi, savaş suçlusu, soykırımcı İsrail’i desteleyen Azra Kohen’i okumayacağım gibi, faşist olmaktan gururlanan bir genel yayın yönetmeni olan yayınevinden çıkan kitapları da okumayacağım. İsteyen okuyabilir, isteyen istediğini övebilir, o size kalmış, ne diyeyim.

https://parsomenfanzin.com/2024/10/18/her-seye-ragmen-edebiyat-mi-ahmet-karadag/

Ahmet Karadağ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...