Ana içeriğe atla

LLOSA’NIN SALÂSI OKUNDU MU?

 


Nobel ödüllü yazar Mario Vargas Llosa 13 Nisan 2025’te öldüğünde X hesabımdan “Perulu yazar Mario Vargas Llosa dün hayata ve edebiyata veda etmiş. Ben onu müthiş romanı " Hınzır Kız" ile anmaya ve sevmeye devam edeceğim,” şeklinde bir mesaj yazmıştım (https://x.com/ahmetkaradag_06/status/1911676205905952819). Mesajımdan kısa bir süre sonra genç şair dostum Vasfettin Yağız arayarak mesajdaki düşüncelerime katılmadığını söyledi. “Yazarlar ve şairler ölseler bile edebiyata veda etmezler, eserleri okundukça yaşamaya devam ederler, bu nedenle Llosa ölmedi,” dedi. Haklı olduğunu söyledim ama bu konuyla ilgili biraz daha farklı düşünmekte olduğumu da ilave ettim.

Aslında tam da yazarın doğduğu topraklara ait ve tüm Güney Amerika coğrafyasında yaygın olan bir kültür bizim sevgili Vasfettin’le konuştuğumuz konuyla ilgili. O geniş coğrafyada kutlanılan Dia de Muertos (Ölüler Günü) insanın öldükten sonra asıl ne zaman öleceği konusuyla doğrudan ilişkili. Bu eski Aztek inanışına göre gerçek ölüm, ölen insan unutulduğunda olur, Ölüler Günü’nün amacı ölenlerin unutulmamasını sağlamaktır. Bu amaç doğrultusunda ölmüş olanları simgeleyen şekerden kafatası biblolar, ölenlerin sevdiği kokuların, süslemelerin bulunduğu sunaklar yapılır. Eğer ölen bir insanı dünyada hatırlayan kimse kalmazsa artık o ölü öteki dünyada da, yani yaşayan ölülerin dünyasında da ölmüş olur.   

Bu bağlamda tekrar en baştaki tartışmaya geri dönelim o zaman: Bir yazar ya da şair gerçekten ne zaman ölür? Bir yazar veya şairin yazdıklarının okunmaya devam edilmesi onun ölse bile halâ aramızda olduğunu göstermeye yeter mi?

Ben bir yazarın yazdıklarının öldükten sonra okunmaya devam edilmesinin onun ölmediğini göstermeye yetmeyeceğini düşünüyorum. Bir yazar yazdıklarıyla insanların hayatına dokunmaya devam ediyorsa, yani okurlarını yazdıklarıyla etkilemeye devam ediyor, harekete geçmeye, yaşama ait düşüncelerini değiştirmeye, eyleme teşvik ediyorsa o yazar ölmemiş demektir. Sadece okunuyor olmak yeterli değildir, mutlaka okurunu yazdıklarıyla etkilemelidir. Çünkü bir insanın yaşarken de yaşıyor olduğunun işaretleri başkalarının hayatını ne ölçüde etkilediğiyle ilişkilidir. Başkalarının hayatlarını etkilemeyen hayatlar zaten yok sayılabilecek hayatlardır. Zaten böyleleri için yaşayan ölüler demez miyiz?

Bu açıdan bazen bir yazar hayattayken, eserleri yüzbinlerce okunuyorken de ölmüş olabilir.  O uzun kuyruklu imza günlerinde okurlar aslında yaşayan bir ölünün imzasını alma kuyruğundadırlar. Kitapları, yazdıkları kimsede bir hareketi, eylemi doğurmuyorsa, kimse o yazarı okuduktan sonra içsel ya da dışsal tehlikeli yolculuklara çıkmıyorsa o yazar hayattayken de ölüdür zaten. Kimsenin hayatına dokunmayan yazı suya yazılmıştır.  

Eğer bugün bir okur Genç Werther’in Acılarını okuduktan sonra umutsuz aşkı için kendini öldürmeye yelteniyorsa Goethe, dilinde onun şiiri,  bacaklarında direnmenin gerginliğiyle havalandırmada volta vuruyorsa Ahmed Arif, barikatların önünde İnce Memed’in haksızlığa meydan okuyan yiğitliğiyle duruyorsa Yaşar Kemal, sürgünlükte anadilinin bazı kelimelerini yavaş yavaş unutmaya başlamışken memleketim memleketim diye mırıldanırken aklından ülkesini hiç çıkarmıyorsa Nazım Hikmet, ülkesinin de bir Kırmızı Pazartesi yaşadığını bilmenin bilinciyle işlenmemiş toplumsal cinayetleri engellemek için harekete geçiyorsa Marquez, Tom Amca’nın kulübesini okuyup tazelenmiş bir öfkeyle bir siyah hareketine  katılıyorsa Harriet Beecher Stowe ölmemiştir. Eylem devam ettikçe yazı da yazar da yaşamaya devam edecektir. 

Hatta bazen kimi yazarlar da vardır ki öldükten yıllar sonra dirilirler. Yazdıkları kendi döneminde kimseye dokunamaz ve kimse tarafından okunmazken yıllar sonra İsrafil’in suru üflenmiş gibi bir anda keşfedilirler ve mezarlarından kalkarlar. Pessoa, Kafka, Nahit Sırrı Örik ve hatta bir bakıma Oğuz Atay ve Sabahattin Ali yaşadıkları dönem itibariyle yazdıkları çok az kimseye ulaştığı için hayatlara istenen ölçüde dokunamamışken ölümlerinden yıllar sonra dirilmiş, binlerce insanın hayatına dokunmaya, onların hayatlarını değiştirmeye başlamış değiller midir? 

Söylediklerimin kolaylıkla reddedilebileceğinin farkındayım. Az çok karşı fikirleri de tahmin edebiliyorum. “Edebiyatın amacının insanları eyleme geçirmek olduğunu nereden çıkarıyorsun,” denilecek evvela. “Edebiyatın tüm sanatlar gibi sadece güzel duygu ve düşüncelerin aktarılmasından ibaret olduğu, insanı eyleme geçirmek gibi bir görevi olmadığı,” söylenecek. Bu nedenle “Edebiyat edebiyattır işte, daha fazla bir beklentiye girilmemeli,” denilecek. 

Bu yazıyı zaten ben böyle düşünmediğim için yazıyorum. İnsana kendini anlatmayan, hayata karşı konumlanmasına yardımcı olmayan, hayata karşı doğru konumlandıktan sonra hayatın yanlışlıklarına karşı da konumlanma bilinci vermeyen edebiyat eksiktir gözümde. Bu nedenle bir yazar öldükten sonra da eserleriyle bunları sağlayabiliyorsa o yazar halâ bizimle birliktedir, canlı kanlı bir halde aramızdadır. 

Başlıkta Llosa’nın salâsı okundu mu diye sormuştum. Llosa’nın salâsı onu okuyarak hayatında değişiklik yapma konusunda eyleme geçecek son okuru ölene kadar okunmayacak, o aramızda yaşamaya devam edecek. Ama Llosa da bütün faniler gibi eninde sonunda, bilge kral Aurelius’un söylediği sona, “Yakında her şeyi unutacaksın, yakında herkes de seni unutacak,” sonuna mutlaka ulaşacak. Ölüler Günü’nde onu hatırlayan hiç kimsesi kalmayacak, bir gün herkes ölüler diyarında unutulup gidecek.

https://mahaledebiyat.com/e-dergi-3-sayi/

  


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...