Yaşamda bazı bilgiler vardır ki, o bilgiye ve o bilgeliğe sadece mahpuslar ulaşır. Buram buram tropikal kahve ve nargile kokan kafelerin buğulu camlarının arkasında biz dışarıdakilerin konuştuklarına bakmayın siz; “Artık ülke koskocaman bir cezaevine döndü, bizim de içeridekilerden çok bir farkımız kalmadı. Onlar dört duvar arasında mahpussa, kısıtlanmışsa, biz de ülke sınırları ile çevrili kocaman bir zindanda mahkûmuz. Hatta durumumuz onlarınkinden de kötü, çünkü onların mahpusluğunun bir adı var, bizim o da yok,” denilmesinin hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü istediği zaman kapıyı açıp dışarı çıkabilenin, içinde karısı ve çocukları uyuyan bir eve anahtarıyla girebilenin, başını kaldırınca ufuk çizgisini görebilenin, ufuk çizgisine doğru önüne hiçbir engel çıkmadan yürüyebilenin, lüfer yiyebilenin hapishanenin ne olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktur.
Mesela dışarıdaki bilmez de içerideki, hayatı gökyüzüne bakarak tanımayı bilir. Karanlık bir kuyunun dibindeymiş duygusu veren yükseltilmiş tel örgülü duvarlar ufuk çizgisini görmeye izin vermez. Kısıtlı saatlerde çıkartıldığı havalandırmada, başını kaldırınca dış dünyaya ait görebildiği tek şey gökyüzüdür. Gökyüzüne baktığında göçmen kuşların gidiş ve dönüş zamanlarını, hangi kuşların göç ettiğini, hangi saatlerde ve yöne uçtuklarını, ilk hangi tür göçmen kuşların gidip ilk hangisinin döndüğünü bilir. Bu ona dışarıdakinin bilmediği bir hakikatin bilgisini de verir; göçmen kuşların gidişi ve dönüşü gibi, bahar ve kış gibi, yaşam ve ölüm gibi ve kendi mahpusluğu ve özgürlüğü gibi doğanın değişmez döngüsünün dışında kalmanın mümkün olmayışı bilgisi… Bu bilgiden, gökdelenlerdeki ofislerinde yıllarca başını bir kez bile gökyüzüne kaldırmaksızın çalışan dışarıdaki insan uzaktır.
Zaman içeride daha farklı akar. Tıpkı coşkun ve çağıltılı olmayan sessiz bir ırmağın akışı gibi geçer içeride zaman. Uzaktan bakarken akmıyor gibi, yanına yaklaşınca sessiz ve derinden akıyor gibi… Günleri, dışarıdakinden farklı olarak adlarıyla değil, ona getirdikleriyle adlandırır. Pazartesinin adı görüş günü, salının adı kantin günü, çarşambanın adı kütüphane günü, perşembenin adı mektup günü, cumanın adı da telefon günüdür. Zamanın geçişini saatlerle, günlerle, aylarla, yıllarla değil de, güneşin günden güne havalandırmadan çekilişiyle, daha çok kısa bir zaman önce geceleri atletle yattığı yatağında terden sırılsıklam olurken artık kaloriferleri yanmayan buz gibi koğuşta tek battaniyenin altında titremeyle, yakınlarının çok sonradan öğrenilen ölüm haberleriyle, alnının tam ortasında çaprazlama oluşan çizgiyle, günden güne saçlarındaki kırların artmasıyla ya da saçlarının dökülmesiyle bilir içerideki.
Yıllar geçtikçe dışarıdakilerin kullandığı takvimdeki “doğum günü, evlilik yıldönümü, ölüm günü” gibi tarihler silinir gider. Takvim onun için sadece müddetnamesinde yazan “koşullu salıverilme, bihakkın tahliye” tarihlerinden ibarettir. Onlar da o kadar uzaktır ki, umutsuzluğa kapılmaz ama o tarihleri beklemeyi bile bırakmıştır içerideki. Mektuplarla aldığı haberlerin bir ay önceki bir zamandan geldiğini, vereceği cevabın bir ay sonraki bir zamanda ulaşacağını bilerek zamanın bu yavaş akmasına olan sabrını, dışarıda kendisinden bağımsız akan olayları hiçbir müdahale yapamadan izleyişini, dışarıda “son dakika” haberlere ayarlı, küsuratlı saatlerdeki randevularına tam zamanında yetişen, doğum günleri, evlilik yıl dönümleri, sevgililer günü gibi tüm özel günler cep telefonunun hatırlatmasında kurulu dışarıdaki bilmez.
Bir de sevincinde ve hüznünde ölçülü olmayı bilir. Çünkü onun taşkınlığa varan ölçüsüz sevinçlerinin, umutsuzluğa varan hüzünlerinin birlikte kaldığı, aynı yolda yürüdüğü arkadaşları üzerine olumsuz tesir etmesini istemez. Mesela üzerinde “görülmüştür” yazan sevdiğinden gelen bir mektubu gardiyandan aldıktan sonra mektup gelmeyen arkadaşları üzülmesin diye sanki almamış gibi davranmayı, görgüsüzce alelacele ortalıkta okumamayı, sonra müsait bir zamanda kimse görmeden ranzasında okumayı, sevinçli bir haberle üzücü bir haberi aynı serinkanlılıkla, bilgelikle karşılamayı bilir. Sevincini paylaşırken ölçülü, kötü bir haberi paylaşırken metanetli olma bilgisiyle donanmıştır. Bunları bilirken, arkadaşlarının sevincini kendi sevinci, hüznünü kendi hüznü yapmayı da bilir. Dışarıdaki gibi kimsenin kötü haberinden gizli bir sevinç, başkasının zaferinden kendine bir yenilgi çıkarmamayı öğrenmiştir içeride, uzun yıllar içinde.
Sonra serçelerin göç etmediğini, onların göçe dayanamadığını öğrenir içerideki. Tıpkı kendisi gibi ölmeyip de bir kışı daha atlatan serçelerin, bahar gelince ağızlarıyla bir bir getirdikleri çalı çırpıyla ikinci kattaki koğuş pencere ve çatı kenarlarına günler içinde yuva kuruşlarını, erkeğin dişiye kur yapışlarını, sonra nöbetleşe yuvada yumurtaların üstüne yatışlarını, bir sabah yavruların cascavlak bir şekilde incecik sesleriyle cıvıldayarak yumurtayı çatlatıp çıkışlarını, o yavruların anne-babalarının getirip ağızlarına verdikleri ve bulamaç haline getirilmiş börtü böceği, arpa buğday tanelerini nasıl saldırgan bir sevinçle yediklerini, bazen anne-babanın bir gaflet anında kapkara bir karganın yuvadan yavrulardan birini kapıverişini her gün, saat saat koğuş penceresinden izler mahpus. On beş yirmi güne kalmadan yavruların yuvadan uçuşlarına şahit olur ve içinde buruk bir sevinç duyar. Yavruların özgürlüğe kavuşmalarına sevinirken, kendi yuvası gibi serçelerin yuvasının dağılmış olması, yıllardır içerde olması ve serçe yavruları gibi uçup gidemeyecek olması hüzünlendirir onu. Dışarıdaki ise serçelerin göç etmediğini bile bilmez.
İçeridekinin belki de en önemli bilgeliği, başına gelenlerden dolayı kimseyi suçlamamayı, kendisinin bile isteye, bütün bilinci ve varoluşuyla onu mahpusluğa götüren yolu seçtiğini, başına gelen her şeyden razı olduğunu içselleştirmeyi öğrenmesidir. Hüzün, gözyaşı insanlığının bir parçasıdır elbet ama “mızmızlanma, şikâyet etme, direncini düşürme” kelimelerini sözlüğünden çıkarmıştır. Dışarıdaki gibi küçük zaferlerden, minik acılardan görkemli anıtlar dikmenin, küçük galibiyetlere şaşaalı törenler yapmanın peşinde değildir. Mahpusluğundan, çektiği acılardan, uğradığı haksızlıklardan bir zafer, bir kahramanlık hikâyesi bir ganimet payı çıkarmamayı öğrenmiştir içeride. Bir gün mahpusluğu bitip çıktığında da sessiz sedasız, gösterişsiz, nümayişsiz bir şekilde, bizlerden hiçbir beklentisi olmadan, alacak tahsiline girmeden, gölgesi koyu bir çınar gibi aramızda yaşamaya devam eder gider.
Çünkü o artık sözün değil, eylemin insanı olmuştur.
Bu yazı https://www.veveya.net/deneme/sadece-mahpuslarin-bildikleridir-ahmet-karadag sitesinde yayınlanmıştır.
Yorumlar