Ana içeriğe atla

Tutkuya ve Tutsaklığa Öyküler



Tutkuya ve Tutsaklığa Öyküler

Her kitap bir yolculuktur ve okur, kitabın kapağını açtığı an hazırdır sayfalar arasındaki yolculuğa. Kapakla başlayan selamlaşmanın ardından daha ilk cümlelerde arar, sabırsızca yolculuğun ipuçlarını. Okuma isteğini kamçılayan kelime oyunları ve zihnini gıdıklayan metaforlar karşısına çıkmaya başladıkça hızlanır. Dışardan bakanların bile fark edebileceği sahne geçişleri yaşanır yüzünde. Her yeni sayfa bir sonrakini çağırır heyecanla, ayrı tatlar bırakarak damağında. Gözler, ellerden önce sayfa çevirme telaşına kapılır. Okuma tutkunları için her iyi kitap böyledir, üç aşağı beş yukarı.

Sizin de tanışmanızı istediğim bu kitap, Tutsaklığın Üç Hali, diğerlerinde olmayan bir “Tuhaf Hikâye” ile karşıladı beni. Bir okuma serüveni olacağını düşünürken yazmaya dair öyle çarpıcı bir öyküyle başlıyor ki okumayı bırakıp yazası geliyor insanın. “Yazdıkça tüm sıkıntısı kayboluyordu.” [1]diyerek hem imrendiriyor yazdığına, hem de cesaretlendiriyor yazmaya.

Bir sonraki öyküyle birlikte en küçük hücrelerine kadar hissettiriyor insana yazmanın hazzını: “Ben gördüğünüz öbür işleri öykücü kalabilmek ve öykülerimi herkese okutabilmek için yapıyorum aslında, asıl işim bu beyefendi.” [2]diye bitirirken.

Şehirlerin, insanı nasıl değiştirdiğini ve dönüştürdüğünü fark ettiriyor, bir dede ile torunu Ankara’da buluşturup sıradanlık içinde yaşatılmış bir utangaçlığın içine çekerken, “Şehirlerin Şımarık Konsomatrisleri”nde.

Tren yolculuğu yaptınız mı hiç? Bazılarınızın cevabı hayır olacaktır. Bazılarınızın hatıraları canlanacaktır. “Trenler Bekletilmez” desem kuru bir cümle gibi gelecek eminim. Ancak, “Mevlüt”ün ağzından duyunca bana hak verecek, daha önce yaptığınız bütün tren yolculuklarını sorgulayacak ve bir sonrakini iple çekecek, istasyona erkenden gitme kararı alacaksınız.

Kitabın bir yerinde mola verme ihtiyacı duyacaksınız. Eliniz telefona gidecek muhtemelen ve şu türküyü aratacaksınız hızlıca; “Çift camlardan ses gelmiyor.” [3]Dinleyecek ve “Ali” nasıl söylerdi acaba diye düşünürken belki siz de mırıldanacaksınız bu türküyü. Ali, bir garip sakini yandaki hücrenin. Hücre, “Duvarları yeşillenmiş, yıllar boyu kat kat vurulmuş boyaları kavlamış, rutubet, sidik, toz ve unutulma kokan daracık” [4]bir yer. İnsan neleri özlemez ki böyle bir yerde. Kitapları özler desem en çok, “Hadi canım sen de…” der misiniz? Acele etmeyin, “Hüseyin” den dinleyince hak vereceksiniz.

Babasını kaybedenlerin anlayacağı ve ağlayacağı bir öykü olacak sırada, hazırlıklı olun! Hele de masum olduğu halde  siyaset mahkum ettiyse ve cezaevinin soğuk bir köşesinde kaybetmişseniz babanızı. “Babasız kalmanın insanın içinde kuyu bir bir karanlık boşluk açacağını” [5]bilenler bilir. Bilmeyenlere ise “Mahir” anlatacak; “Orta ikideydi o zaman, cebinde kuş sesleri, nal sesleri, elma şekerleri…”[6]

Köylerin sadeliği bir tekdüzelik içinde yaşanırmış. Sadece yaşamak değil, ölmek de tekdüze. Şehirler öyle mi oysa. “Şehirler Ölmek İçin İnsana Elverişli İmkanlar Sunar.” Ölmek, kaçınılmaz bir eylem. Kaçınmalı insan küskün ölmekten. Zamanı yok ölmenin, ancak barışmalı hemen. “Mustafa” yeminini bozmakla meğer ne iyi etmiş.

Dışardan alabildiğine ciddi, karanlık ve karamsar görünür cezaevleri. Gardiyanların güç gösterileri olur yersiz ve gereksiz. Gereksizliği kadar seçerek ve bilinçli; adına siyasi dedikleri mahkumlara yönelik. Onlar bu ortamda dahi güler, güldürebilir zekice yapılmış bir espri ile, mekânı başkalaştırırken. Ve o günden sonra yasaklı eşyalar arasına girmiştir belki “jartiyer”.

Kitaba ismini veren öyküde ise “Tutsaklığın Üç Hali”ni öyle güzel tablolaştırır ki yazar; üç fırça darbesinin hiç silinmeyecek izlerini bırakır yüreklerde:

“En çok da çocukların durumu koyuyordu içerde insana, minik yürekleriyle yaşadıklarına dayanabilmeleri çok zordu.”[7]

“Gayri düğünümüz bizim, toprakla bundan kelli.”[8]

“Hapishanede kızım, insanın kendine ait bir yüzü olmaz ki.”         [9]

Yaşam, ölüm ve anlam sarmalında bir üçlemede farklı hayatlara dokunup, “Ölüm gibi bir şey oldu ama,” dediğim anda, başımı bir giyotine koymadan önce haykırırken buldum kendimi: “Zulmü her kabul ediş, daha büyüğünü doğurur, zalim bir kraldan asla af dilemem.”[10]

Ve sonlarına doğru gelirken kitabın, “York Düşesi Beatrice” çıkıyor karşımıza, insanın insana bir üstünlüğü olmadığını bir kez daha yüzümüze vuruyor bir hastane koridorunda. Hemen ardından üç kuşağın “Seher”leri ile noktalanıyor kitap, hayat yolculuğuna benzer şekilde.

Kesinlikle farklı bir okuma deneyimi bu. Hayatın soğuk köşelerinden insan hikâyeleri var içinde. Kelimelerin bir başına taşıdığı sığlık ve solukluk, bir yazarın kaleminde derinlik ve aydınlık kazanıyor.

Yazmaya heveslendirerek başlayan bu öyküler şenliği, bir sonrakinin merakla beklendiği bir okuma keyfi bırakıyor arkasında.

Şimdiden iyi okumalar…


Ahmet Kalkan tarafından yazılan bu yazı https://mahaledebiyat.com/tutkuya-ve-tutsakliga-oykuler/ sitesinde yayınlanmıştır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...