“Diyorlar ki yenilmişiz” diyerek başlıyor Ahmet Altan o güzel yazısına, “Diyorlar ki, ölümü savunanlar, ölümü avuçlarında taşıyanlar, ölümü zehirli tohumlar gibi hayatımıza saçanlar kazanmış. Reggiani, ‘Kurtlar şehre indi’ diyor şarkısında. Biz, hayatı savunanlarız. Biz, hayatı ölmeyi bilerek savunanlardanız. Bahardır bizim müttefikimiz. Ölümden korktuğumuzdan değil yaşadığımız, biz savaşmayı sevdiğimizden yaşarız. Yaşamaktır savaşımız.”
Özel olarak bir devrimci, genel olarak da uğruna ölebileceği veya inatla yaşayabileceği büyüklükte bir davaya sahip olan insan ne zaman yenilmiş sayılır? Mansur Ayık’ın son romanı Hiç Kimse’yi okuduktan sonra bu konuda bir şeyler yazma fikri doğdu. Mansur Ayık uzun yıllardır Viyana’da yaşayan bir yazar, gençlik yılları Türkiye’de politik mücadelenin içinde geçmiş, dönemin şartları, gözaltı, zindan gibi zorunluluklar nedeniyle yurt dışına gitmek durumunda kalmış bir devrimci. Her siyasi mülteci gibi gittiği ülkede hayata tutunmaya çabalamış, pedagoji okumuş ve Viyana’da pedagog olarak çalışıyor.
Hiç Kimse Mansur Ayık’ın ikinci romanı. İlk romanı Buluşma’dan dört yıl sonra yeni romanı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Öncelikle ve ısrarla belirtmeliyim ki, bu yazı bir kitap tanıtımı yazısı değil, zaten ben bunu yapabilecek konumda da değilim. Bu yazıdaki amacım bu kitabın bende açtığı zihin penceresinden, bir devrimci, bir dava insanı ne zaman yenilmiş sayılır konusu üzerinde biraz kafa yormak.
Hiç Kimse’de ünlü bir yazar olan Yaman üzerinden eski devrimci bir grup arkadaşın yıllar içindeki değişimlerinin öyküsünü anlatıyor Mansur Ayık. Yaman sadece dava duygusunu değil, yaşama heyecanını, uzun yıllar omuz omuza devrim için mücadele etmiş sevgilisi Funda’yı, yaşama ait incelikleri kaybetmiş bir adam. Hayatın merkezine tüm bencilliğiyle kendisini koyduğu için yaşamından daha önce inandığı, sevdiği, âşık olduğu tüm kutsalları çıkarmış, çıkarmaktan öte onları sömüre sömüre tüketmiş bir kaybeden. Cengizhan Kaptan’ın Bianet’te kitap hakkında yazdığı o güzel yazıda belirttiği gibi kahramandan anti-kahramana dönüşmüş, tükenmiş biri Yaman.
Kitapla ilgili daha fazla bir şey söylemeyeceğim. Çünkü Mansur Ayık, bir devrimcinin bir yenilene, bir kaybedene dönüşümünü öyle güzel anlatıyor ki, bundan sonrasını okura bırakıyorum. Benim bahsetmek istediğim konu bir devrimcinin, bir dava insanının Yaman’a dönüşme süreçleri.
Tarih boyunca her büyük dava, sonu devrimle neticelenen her büyük ideoloji hep gençlerin omuzlarında yükselmiş. Gençlik yılları insanın uğrunda ölebileceği büyüklükte fikirlere inanabileceği, aşklara düşebileceği yıllar. Mücadelenin, sürgünün, zindanın, işkencenin ve hatta ölmenin bile düğün bayram gibi karşılanabileceği bu yıllar geçtikten sonra, hayat denen öğütücü bütün çarklarıyla, dişlileriyle, keskin bıçaklarıyla öğütmeye başlar devrimciyi. Bu öğütücüye girip öğütülmeden çıkabilmek ne zordur, öğütücüden Yaman olarak çıkmamak yenilmemektir aslolan.
Bu öğütücünün etkilerini, Umut Şener’in yaptığı ve Edebiyathaber’de yayımlanan söyleşide ne güzel anlatıyor Mansur Ayık; “Hiç Kimse 2000-2023 arası o şiddetli savrulma ve çözülme sürecine dair bir hikâye. Zor zamanlar yaşadık, bizden öncekiler 70’leri, 80’leri, bizler ise 90’ları. Kişisel gözlemim hiçbir süreçte bu kadar ağır bir umutsuzluk, ideolojik anlamda eksen kayması ve ufuk daralması yaşanmadı. O yüzden bu geçici yenilgi döneminde insanın kendi savrulmasına ve yüzleşmesine dair bir roman bu”.
Uzun zindan yılları geçerken devrimi ya da davayı çok daha ateşli savunan kimilerinin sizinle beraber olmayışı, bir şekilde zindandan kurtulmuş olsa bile dışarıdan değil bir dayanışmayı, bir selamı bile esirgeyişi, zindandan çıktıktan sonra yarıda kalmış eğitim, artık mümkün görünmeyen evlilik, sicilin bozukluğundan dolayı hiçbir işe giremeyiş, siz yokken akıp giden dünyaya yabancılaşma gibi hayatın ıskalandığını hatırlatan şeyler, eski dostların birçoğunun ortalarda olmayışı, ortalarda olanların bir kısmının davayı gençlik yıllarının romantik bir hülyası olarak görüşleri, diğer bir kısmının çoktan karşı tarafa geçmiş olmaları, buralarda tutunulamayacağı anlaşılınca bir şekilde yurt dışına sürgünlüğe kaçış, orada yaşanan çok daha fazla hayal kırıklıkları, devrimciyi, dava adamını öğütmeye çalışır. Bu öğütücünün dişlileri arasına girip de öğütülmeden, parçalanmadan, duygu, düşünce ve heyecanda bir pörsüme olmadan çıkabilmek gerçekten çok zordur. İşte bunlardır yenilmeyenler.
Mansur Ayık bu öğütücüde öğütülmemenin basit formülünü biraz önce bahsettiğim söyleşinin sonunda söylüyor; “vazgeçmeyin ve direnin…” Çünkü insanın uğruna ölebileceği, uğruna yaşayabileceği, özgürlüğünden vazgeçebileceği büyüklükte bir inancı olması onu diri tutan, insan tutan en önemli tarafı bence.
Biz yenilmeyiz diye bitirir Ahmet Altan yazısını, “Biz ölür, asılır, hapse atılır, mahkemelerde yargılanır, işsiz kalır, işkence görür, kurşunlanır ama yenilmeyiz. Hayatı savunanlarız biz. Ölümden korktuğumuz için değil yaşadığımız, biz savaşmaktan hoşlandığımız için yaşarız. Çilek reçeli kaynatmak da savaşımızın bir parçasıdır, bir türküye eşlik etmek de. Baştan aşağı günah kesilmek de savaşımızın bir parçasıdır, bir yoksul için gözlerimizin dolması da. Biz günah işlerken bile masum kalabilenlerdeniz.”
Yenilmeyen ve Hiç Kimse olanlara selam olsun…
https://www.veveya.net/deneme/diyorlar-ki-yenilmisiz-ahmet-karadag
Yorumlar