Ana içeriğe atla

Leylak büklümlerinin içten ve dışarıdan sarmaladığı günlerde ölmek




“Ey, iki adımlık yerküre

senin bütün arka bahçelerini

gördüm ben!”

Nilgün Marmara

Hayatın marşlarla ve şiirle algılanıldığı yaşlarda okunan bazı kitapların, ömrün dinginliğe ulaştığı yıllarda yeniden okuması gerektiğine inananlardanım. Bu kitapların başında da Montaigne’nin Denemeler’i var bence. Denemeler’i yeniden kutsal bir kitap okur gibi –kutsal kitaplar baştan sona değil, insanın o anki ihtiyacına göre seçilen bölümleri okunur- okuyorum.

“İnsan Ömrü” başlığını verdiği bölümde şöyle diyor Montaigne, “İnsan ömrünün uzunluk, kısalık ölçülerine akıl erdiremiyorum. Bilginlere bakıyorum; onlar ölçüyü herkesten daha kısa tutuyorlar. Genç Katon, kendi kendini öldürmesine engel olmak isteyenlere: Ben, hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak bir yaşta değilim, demiş; bunu söylerken de kırk sekiz yaşındaymış. Katon bu yaşı olgun ve geçkin sayıyor.”

Ben de Katon’un dediği, hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanmayacak yaşlarımı sürüyorum bir bakıma. Düşünüyorum da, hayattan vakitsiz ayrıldı diye ayıplanacak yaşlar var mıdır gerçekten? Yoksa o klişelişmiş deyimle, her ölüm erken bir ölüm müdür?

Çocukluğumda elli yaşında ölenler için hiçbir şaşkınlık yaşamadığımı hatırlıyorum. O yıllarda elli yaşındaki insanların hepsi benim gözümde yaşlı insanlardı. Aslına bakacak olursak da bu insanların çoğu üç beş torunu olan dedeler, babaanneler olduğu gibi, emekliliğinin en az beşinci yılında olan insanlardı. Onlar için ölmek kadar doğal bir şey yoktu benim gözümde. Şimdi elli yaşına girmek üzere olan benim için ne emeklilik ne de torun söz konusu. Ölümü ise yakıştırabiliyor muyum kendime, ondan da emin değilim.

Hekim tarafım insanlara tıbben ne zaman yaşlı denir sorusunu getiriyor aklıma. Dünya Sağlık Örgütü 45-59 yaş arasını orta yaş, 60-74 yaş arasını yaşlılık, 75-89 yaş arasını ileri yaşlılık, 90 ve üstünü ise ihtiyarlık olarak tanımlamış. Benim çocukken ölümü doğallıkla yakıştırdığım yaşların bilimsel olarak artık yaşlılık bile sayılmaması şaşırtmıyor beni. Çünkü modern dünya sürekli insanların genç kalmalarını, bu da mümkün değilse genç görünmelerini dikte ediyor tüm imkânlarıyla. Kozmetoloji ve estetik cerrahi seksen yaşındaki insanların kırk yaşında görünmelerini sağlayarak, ölüm sizden ne kadar uzak, bakın daha yaşanacak görülecek ne çok şey var, propagandası pompalıyor sürekli.

Henüz yirmi dokuz yaşında gencecik bir şairin dünyaya “senin bütün arka bahçelerini gördüm” deyip veda etmesini düşünüyorum sonra. Bir insan yirmi dokuz yaşındayken dünyanın bütün arka bahçelerini görmüş olabilir mi? Mesela mesleğinin ve kariyerinin zirvesine çıkmamış, emeklilik, torun görmemiş, çocuklarının mutlu ve üzüntülü günlerini yaşamamış birisi dünyanın bütün arka bahçelerini görmüş müdür gerçekten? Belki de Nilgün Marmara yirmi dokuz yaşına kadar gördüğü tüm bahçelerin bundan sonra göreceklerinden farklı olmayacağını sezerek, dünya bu kadar işte, hepsi bu, benden bu kadar, diyerek mi çekip gitmişti bu dünyadan?

Mesleğim gereği birçok insanın ölüm süreçlerine yakinen şahit oldum. İnsanlık onurunu zedeleyecek düzeyde tıbbi bakıma muhtaç olan yaşlı hastaların bile bu dünyaya olan tutkusunu gözlerimle gördüm. Kendilerine onları birkaç ay içinde ölüme götürecek bir kanser teşhisi söylendiği zaman bunu sevinçle karşılayan hiç kimse görmedim. Doksan yaşında bile olsa yaşamın görülecek arka bahçeleri olduğuna inanan insanların ölümden kaçışlarına şahitlikle geçti meslek hayatım.

Yine de anlamakta zorlanıyorum. Bir tarafta hayatın tüm arka bahçelerini gördüm, hepsi bu kadar işte, deyip gönüllü olarak bu dünyadan ayrılan gencecik Nilgün Marmara, Sylvia Plath, Kaan İnce, Sergei Yasenin duruyor, diğer tarafta ölümü doksan yaşında bile kendine yakıştıramayan, bakıma muhtaç olmayı bile ölüme tercih edenler… Bu da hayatın çözülemeyen sırlarından biri diye geçiştiriyorum zihnimdeki soruları.

Bu satırları yazdığım sırada meslektaşlarla oluşturduğumuz WhatsApp grubuna 54 yaşında, yenidoğan doktoru bir arkadaşıma ait ölüm haberi düşüyor. Ne kadar genç bir ölüm deniyor, ölüm ona yakışmadı deniyor, daha ortaokula giden çocukları vardı deniyor.

Üzülüyorum elbette, her ölüm erken ölüm diyorum ben de onlar gibi. Acaba meslektaşım için görülecek başka arka bahçe kalmış mıydı diye düşünüyorum sonra. Yoksa dünya denilen şeyin hepsi işte bu kadar mıydı? İsmet Özel’in şiirindeki gibi “Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı/ ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylak büklümlerinin içten ve dışardan/ sarmaladığı günlerde.” deyip şükür mü edilmeli yoksa?

https://bianet.org/yazi/leylak-buklumlerinin-icten-ve-disaridan-sarmaladigi-gunlerde-olmek-296265

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...