Bundan birkaç yıl önce dört beş yaşlarındaki bir hastamı muayene edip reçetesini yazdığımda hastamın annesi, “Doktor bey, sizce kızım ne zaman iyileşir, birkaç gün sonra bir konserim var ve Ankara dışına çıkmak zorunda kalacağım,” diye sorması üzerine kadının devlet opera sanatçısı olduğunu öğrendim. Laf lafı açınca opera sanatçısı hasta yakınım, doktorların da genelde sanata yatkınlıkları olduğunu söyleyerek ne çeşit müzikler dinlediğimi sordu. Hazırlıksız olduğum bir anda en zayıf olduğum konudan çıkan bu soru afallattı beni, söyleyip söylememe konusunda tereddüt yaşadım, sonra ağzımdan utanarak, “Doksanlar popu” lafı çıkıverdi. O anda kadıncağızın yüzünde oluşan hayal kırıklığını görmeliydiniz. Tıpkı Kürt olamayacak kadar iyi olduğu düşünülen birine nereli olduğu sorulup Hakkâri cevabı alındığında yaşanan hayal kırıklığında ağızdan çıkıveren, senden beklemezdim ama buna da yapacak bir şey yok anlamına gelen o korkunç söz dökülüverdi kadının ağzından “Olsun”, dedi büyük bir hoşgörüyle. Bir opera sanatçısına Yonca Evcimik dinlediğini söylemek için insanın gerçekten büyük bir cahilliğe ya da cesarete sahip olması gerekirdi ve bende ikisi de vardı.
Eski ve uzun bir tartışmanın kapağı yakınlarda yeniden açılınca aklıma yukarıda anlattığım bu anım geldi. Sığ okurlukla doksanlar popu dinleyiciliği arasındaki kuvvetli benzerlik bana bu tartışmaya katılma hakkı verdi. Bu tartışmaya göre iki tip okur vardı, birincisi derin edebi zevkleri olmayan, çoğunlukla çok satan kitapları ya da sosyal medya ve magazin dünyası ünlülerinin kitaplarını okuyan, AVM’lerde yapılan, edebiyatta adı sanı duyulmamış ama yüzbinlerce takipçisi olan sosyal medya fenomenlerinin yazdığı kitapların uzun imza kuyruklarında bekleyen okur tipine sığ okur denilirken, daha rafine edebi zevkleri olan, hatta edebiyatın olmasa da başka bir sanatın üreticisi konumunda bulunan, yerli edebiyat dışında İskandinav ve Güney Amerika Edebiyatını da takip eden, bunlardan zevk alan, inceltilmiş duyguları anlama becerisi daha yüksek, küçük kitap kafelerde en fazla kendisi gibi on beş yirmi okurun katıldığı imza günlerinin müdavimi olan okura da elit okur deniyordu kabaca.
“O İyi Kitaplar Olmasaydı” adlı kitabın yazarı olan akademisyen, dilbilimci ve eleştirmen Emin Özdemir sığ okuru ve okurluğu tanımlarken kalemini daha da sivrilterek, kaleminin sivri ucunu kimi yazarlara da batırıyordu, “Sığ okurlar, kurmacayla gerçeği ayıramamanın ötesinde, romanı, öyküyü salt eğlenmek, avunmak için okurlar. Kendilerini yormayacak yazarları seçer, sığ sularda yüzmeyi yeğlerler. Onların bu yönsemeleri, beklentileri doğrultusunda ürün veren yazarları da vardır; okurlarının sığlık düzeylerini aşmayan ürünler sunarlar. Ne zaman birinin elinde Ayşe Kulin'den, Canan Tan'dan, Elif Şafak ya da İskender Pala'dan bir roman görsem sığ okur tipi gelir durur gözlerimin önüne,” diyerek tartışmada sığ okur aleyhine eli yükseltiyordu. Özdemir, Llosa’nın bir cümlesinden hareketle, sığ okuru, o iyi kitapları okumadıkları için daha uzlaşmacı, daha itaatkâr bularak onlarda ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmayacağını söylüyordu.
Hasbelkader kırk yaşından sonra yazma işine bulaşan, iyi okurun, -hadi elit okur diyelim bu cins okura,- bir yazarın başına gelebilecek en güzel nimet olduğunu bilen biri olarak ben yine de mazlumun, yani sığ okurun yanındayım. Gelenin gidenin hor gördüğü, hiçbir yeri layık görmediği bu sığ okurun tarafında durmayı, müzikte varabileceği son nokta doksanlar popu olan kendime bir borç biliyorum.
Bırakalım sığ okuru kendi haline. Herkesin sadece parmaklarıyla kaydırarak bir dakikayı geçmeyen video izlediği, yıllardır bir parçacık kağıttan bir satır yazı okumadığı bu dönemde buzdolabının üzerine yazılmış bir notu, elektrikli bir aracın kullanma kılavuzunu dahi olsa okuyan insan evlatlarını üzmeyelim bence. Okusun da ne okursa okusun insanlar. Hem gerçekten kimsenin kimseye ne okuduğu hakkında karışmaya hakkı yok bu dönemde. Her sanatın farklı olgunlukta takipçileri olması doğal geliyor bana. Operadan hoşlanmıyor, anlayamıyor diye doksanlar popu da mı dinlemesin insanlar?
Ama böyle nasıl gelişecek edebiyat, pespaye ürünlerle, kitsch metinlerle nereye varacak yazınımız diye bir endişeye de mahal yok bence. Elmasla kömür, zümrütle akuamarin, orijinal ve çakma yan yana dükkanlarda satılsa da müşterisi gelip onu bulacak. Orada elmas dururken kömür alıyor, kömür satıyor diye niye kızayım insanlara? İhtiyacı kömür olan kömür alır, ihtiyacı elmas olan elmas alır. Binlerce ton kömürün fiyatı iyi kırat bir elmasa hiçbir zaman ulaşmayacak zaten, kömür yanıp bitecek ve elmas sonsuza kalacak. Bunlar doğru. Ama böyle olması kömür üreticilerine, kömür severlere hesap sormaya, onları üzmeye varmamalı, işte ikisi de, kömür de elmasta orada duruyor ve müşterisini bekliyor. Kendi özelimde söyleyecek olursam doksanlar popundan hoşlanıyorsam kime ne, bana ne iyi müzikten ayrıca, Tarkan dinlemeyi seviyorum işte.
Sığ okurun yanındayım. Sığ yazarın da yanındayım. İkisi de bu durumdan memnunsa bana söz söylemek düşmez. Edebiyatın akıbetini de düşünmüyorum. Çünkü biliyorum ki, edebiyat okyanusu öyle bir okyanustur ki, kendisine çer çöp karışmasına müsaade etmez. Kısa süreliğine karışsa da eninde sonunda dalgalanır ve o çer çöpü kıyıya atar, bünyesinden uzaklaştırır. Doksanlar popu sevenleri de, sığ okurları da üzmeyelim n’olur…
https://mahaledebiyat.com/e-dergi-4-sayi/
Yorumlar