Ana içeriğe atla

Roman mı büyük öykü mü?


 
Roman mı büyük öykü mü? 


Bu yazı 26/9/2022 tarihinde Parşömen Fanzinde yayımlanmıştır  https://parsomenfanzin.com/2022/09/26/roman-mi-buyuk-oyku-mu-ahmet-karadag/

Yıllar önce üniversite sınavını kazandığım yaz odamda çözülmüş veya çözülmemiş onlarca test kitabı, soru fasikülü, defalarca kez okunmuş ve iyice hırpalanmış edebiyat kitaplarından oluşmuş dağ gibi bir enkaz annemin odaya her girmesiyle bende bir suçluluk duygusu oluşturuyor ve bu enkazdan kurtulmam için annemin homurtulu baskısına maruz kalıyordum. En sonunda mahallemizi külüstür pikabıyla haftada bir kez şenlendiren ve cızırtılı hoparlörüyle “eskici” diye bağırdığı zaman bütün evlerden gelen eskileri “değerinden” alan Hurdacı Hidayet abiye evdeki kitap enkazını okutarak kurtuldum. Çok iyi hatırlıyorum, Hidayet abiye şunu sormuştum, “Abi kitapların değerini neye göre belirliyorsun, mesela matematik test kitabıyla kimya test kitabı farklı fiyat mı, ya da okumalık kitapla test kitabının değeri aynı mı?”

Gülmüştü Hidayet abi gevrek gevrek, “Yok yeğenim,” demişti, “Aha şu kantar var ya, cinsi fark etmez kantara koydum mu kitabı, en ağır basan en değerlisi. O yüzden en değerlileri kalın olanları.” Ben de kucaklayıp kantara koymuştum tüm kitapları; iki tost, iki kolaya yetecek bir paraya kurtulmuştum kitaplardan.

Geçtiğimiz hafta edebiyat sitelerinin birinde bir romancıyla yapılan röportajla ilgili olarak attığım bir tweet’e gelen çok yoğun ilgi ve tepkiler başlıktaki soruyu tekrar gündeme getirdi. İsmi gerçekten hiç de lazım olmayan romancı –ki kendisini şahsen tanımam, muhtemelen iyi bir romancı olduğunu da düşünüyorum ama nihayetinde şahsından daha çok genel bir algıyı temsil etmesi nedeniyle tweet’imin konusu oldu– röportajının bir yerinde genç yazarlara tavsiye niteliğinde özetle şöyle bir şey söylüyordu: “Hemen büyük denize atlamayın, öykü yazarak kendinizi geliştirin, roman sonraki iş.” Ben de tweet’imde bu fikri “zavallıca” bulduğumu, öykünün romanın öncülü, basiti ya da kısası olmadığını söylemiştim. Epeyce bir tepki aldı yazdıklarım, öykücüler destekledi, romancılardan “eh yani ne var bunda, adam doğru söylüyor, öyküde bir pişin sonra romana geçerseniz!” gibi eleştiriler geldi.

Öyküyle uğraşan ve ilk kitabı öykü kitabı olan ama kendisini “öykücü” olarak nitelemeyen bir yazı emekçisi olarak her iki taraftaki aşırı tepkileri sadece “işine olan aşk” çerçevesinde değerlendirerek mazur görebilmek mümkün gerçekten. Ama yine de aşırı bir şeyler var bu tepkilerde ve bu yazıyı yazma sebebim de tam olarak bu. Elbette ki bu olayda öykücülerin tepkisi biraz daha haklı, çünkü romanı “büyük deniz” olarak gördüğünüz ve bu büyük denize atlamadan önce “öykünün sığ sularında biraz debelenmeyi” tavsiye ettiğiniz zaman bunda hafif bir küçük görme söz konusu. Bu da cevap hakkı doğuruyor öykücülere. Ama tam da bu noktada başka bir yanlışa savrulmadan bu cevabı vermek lazım. Öyküyü savunurken, tweet’e konu olan romancının düştüğü yanlışa düşmemek, öyküyü kutsamadan bunu yapmak lazım. Eğer öykü kutsanarak ve roman küçük görülerek bu yapılıyorsa bu da aynı büyüklükte bir yanlış olacaktır.

Yılardır çocuk hekimliği yapmaktayım. Bu yaşıma gelene kadar dâhiliyeci arkadaşlarımın hiç birinden, “Ahmet, biraz çocuk hastalarda kendini geliştir de sonra yetişkin hastalara bakarsın, çocuk ne de olsa küçüktür, sen onlarda muayeneyi öğren biraz, iyice piş de büyük hastalara bakmaya öyle başlarsın!” gibi bir tavsiye almadım. Dâhiliyeci arkadaşlarımın tamamı bilir ki, çocuk hekimliği dâhiliyeci olmaktan çok daha zordur; böyle bir tavsiye verirlerse komik duruma düşeceklerini bilirler. Ama bu zorluk çocuk hekimliğini daha önemli ve daha kutsal yapmıyor elbette. Bir işi güzel ve değerli kılan şey sadece o işin yapılış kalitesidir. Yüz metre koşucularına “sen önce biraz yüz metre koş da iyice olunca beş bin metre koşarsın” demek, fotoğraf sanatçılarına “sen biraz fotoğraf işinde piş de sonra film yaparsın” demek, kol saati tamircisine “önce bu kol saatlerini tamir etmeyi öğren sonra da büyük duvar saatlerini tamir dersin” demek ne kadar saçma ve “zavallıca” bir öneriyse bir öykücüye de “sen biraz bu sığ sularda yüz, öğren bu işi, sonra romanın büyük denizlerine açılırsın” demek de aynı ölçüde saçma ve zavallıcadır.

Bir edebiyat eserinin değerini belirleyen şey tür değil, niteliktir. Nietzsche’ye göre “hayatın acı gerçekliğinden ve dünyanın çilesinden insanı koruyacak yegâne sığınak” olan edebiyat hangi formda bu işlevini başarmaktaysa güzel olan, kaliteli olan ve değerli olan odur. Eğer kitapların değerini Hurdacı Hidayet abi gibi kalınlığıyla ve kantarda bastığı ağırlıkla ölçecek olursak işte o zaman diyebiliriz ki roman öyküden daha değerlidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...