Ana içeriğe atla

TÜTÜN BAHSİ

 


Dört beş yaşlarındaydım. Babamın yarı zamanlı öğretmenlik, tam zamanlı çiftçilik yaptığı kasabamızda akşam dedemin bahranası vardı. Çiftçilerin yapacak hiçbir işleri kalmadığı kışın uzun gecelerinde kasabanın yaşlılarının her hafta gruptaki birinin evinde toplanarak sohbet ettikleri, çay ve kahve içtikleri, dedikodu yaptıkları bahrana gezmesi o akşam bizdeydi. Kasabanın kalburüstü yaşlıları dedemin soba kurulu salonunda sigaranın anasını ağlatıyorlardı, göz gözü görmüyordu. Birinci’si, Maltepe’si, Bafra’sı, Samsun’u, Türk Silahlı Kuvvetler’i, Çelikhan sarması, türlü türlüsünün hakkını veriyorlardı. Kahveler içilmiş sohbet koyulaşmışken, bir fincan kapıp dibinde kalan telvesini yalayabilir miyim umuduyla odaya girdim. Kahve çocuğun neyine o zamanlar? “Dede, fincanları toplayayım mı, sizi şey yapmasın,” diye sordum, kendi çapımda çakalım ya. O sırada dedemin arkadaşlarından biri, “Gel lan buraya, herifsen çek şundan bir tane,” dedi. Aman demeye kalmadan dudaklarıma tutuşturdu sarma sigarayı. Cılız ve çocuk ciğerime nasıl bir nefes çektiysem, öksürmekten öleyazdım. Yan odadan annem geldi kapıya, “Dayı ölüyor mu Ahmet?” diye sordu dedeme. Dedem annemin dayısı değil, dayı denir bizde kayınpederlere. 

O gün ölmedim ama tütün çoktan girmişti kanıma. Kasabanın çocuklarıyla birlikte izmarit avcılığına başlamıştık kısa bir süre sonra. En iyi yöntemi ben keşfettim. Ne de olsa öğretmen çocuğuyum, onlar gibi köylü çocuğu değil. Kasabadan Seydişehir Alüminyum Fabrikasının dört-oniki vardiyasına giden işçilerin otobüsü saat tam üçte belediye binasının önünden kalkardı. Kahvede bekleyen şoför Daraz Ali, saat üç olur olmaz bir hışımla otobüse biner, hiç beklemeden gazlayıp giderdi. Sanki uçak pilotu mübarek, rötara cezası var. O sırada dışarıda sigara içen yolcular şoför kahveden görünür görünmez otobüse doluşur, yarım kalmış sigaralarını atmak zorunda kalırlardı. Biz çocuklar, duvarın arkasına zulalanıp bekler, otobüs gider gitmez çığlık çığlığa izmaritleri kapışırdık.  İzmarit demek epey haksızlık olur, izmaritten epey bir hallice çoğu iki nefes anca çekilmiş kuzu gibi sigaralardı bunlar, hem de yanar halde. Uzun sürmedi bu sefamız. Babamın bir arkadaşı görmüş izmarit avcılığımızı, kulağım büküldü hem babam hem de şoför tarafından. Daha tövbe ettim izmarit avcılığına.

İzmarit işi bitti ama tütün konusu kapanmamıştı hepten. Kasabanın kopuklarından yan komşumuz Seyit diye bir çocuk vardı. Bir gün baktım sarı Mekap ayakkabısının taban kısmının yan tarafına nasıl yapmışsa kibrit kutusunun iki yanında bulunan kavını yapıştırmış. Sanırsın John Wayne kovboy şapkasıyla kasabaya gelmiş, hava o biçim. Elime verdi bir kibrit, “Çak lan,” dedi yanpiri yanpiri gülerek, “bak nasıl yanıyor kibrit.” Çakar çakmaz alev aldı, benim de gözüm parladı. “Bana da yapsana lan Seyit” dedim, “nasıl yaptın bunu?” Önce incecik sıyırdı kibrit kutusunun yan tarafını, bir sigara izmaritinin kâğıdını soydu, kibritle yakıp eriterek sarı izmariti, Mekap’ıma damlattı, parmağıyla yaydı, ardından şimşek hızıyla kâğıdı yapıştırdı. Artık benim de Mekap’ımın yan kısmında kibrit yakma düzeneğim vardı. “İyi de Seyit” dedim, “sigarasız ne halta yarar bu?” “Oğlum,” dedi, “onun da çaresini buldum, izle beni.” Birlikte kasabamızın altından geçen Çarşamba kanalının kıyısına vardık. ‘Ganel’ derdi kasabalılar, ama baharda resmen kuduran bir ırmak olur çıkardı. Yolda iki tane kurumuş at boku buldu. “Ne yapıyosun lan?” demeye kalmadan cebine attı bokları. Kanalın kenarına geldiğimizde, bir bitki gösterdi, o zaman bilmiyordum ne olduğunu, büyük yapraklı tütüne benzer bir bitki. Kocaman altın sarısı kurumuş yapraklarından iki tane kopardı. Beton köprüde cebinden çıkardığı yarım sayfa Seydişehir Postası gazetesini küçük küçük böldü. Hazırlıklıymış meğer. İki tanesini yere serip biraz önce ufaladığı bitki yaprağını yaydı kâğıtlara. Ardından at bokunu ezdi, onları da üstüne serpti. “Bu ne lan Seyit, bok mu içireceksin bize” dedim, “o’lum at boku koymazsak sigara hemen yanıp geçiveriyor, hem de hiç dumanı olmuyor” dedi. Kibriti Mekap’ımızın yanına sürtüp yaktık sarmalarımızı. İlk nefes iğrençti, ama sonra dumanını görünce “Heyt be, aslansın lan Seyit” dedim. Meretin tadı bizim yarım içilmiş sigaralardan bile güzeldi. Epey bir süre de bu organik sigaradan içtim. 

Ben İlkokul ikiye geçince, babam abimle benim tedrisat durumumuzdan ve iyiden iyiye dümeni itliğe doğru kırışımızdan endişelenerek tayin istedi. İlçeye Seydişehir’e taşındık. Buranın çocukları ne izmarit içmeyi, ne at boku sarmasını biliyordu. Ben de ehlileştim gittim onların arasında, tövbe billah daha ağzıma sürmedim tütün mamüllerini. Ta ki, lise son yazına kadar. Üniversite imtihanı sonuçları açıklanmış, tıbbiyeyi kazanmıştım. Şurada bir iki aya varmaz Ankara’daydım. Artık bizimkiler pek ses etmediği için hükümetin karşısında, Melimane Caminin çaprazındaki Emrullah abinin Kulis Kahve’sine takılıyorduk. Bilardo milardo yok orada, kesif sidik kokan kahvede ya okey ya kağıt oynanır. Bilardo concon işi diye sırf oraya gidip okey oynuyoruz saatlerce. Paket almıyorum ama uzatılırsa da tek dal sigarayı reddetmiyorum. Duyduk ki, yeni bir sigara çıkmış yerli, Tekel 2000, aynı Marlboro. Ama hem ucuz hem de daha da içimli diyorlar. Genelde çorap içinde saklanıp, öyle kahve ortamında arkadaşlara tutulacak cinsten değil. O iş için gömlek cebinde duran Maltepe var. Tekel 2000 ile ilgili önemli bir sorun var yalnız. İlk sıralar kıt bulunuyor, ilçelere filan gelmiyor. Mucidi Adnan Kahveci’ymiş diye duanın bini bin para rahmetliye. Sade İstanbul’da Ankara’da filan satılıyor. Yalvar yakar, otobüs şoförlerine, muavinlerine sipariş ediyoruz, zar zor bulabiliyoruz. “Oğlum Ahmet sabret, bir aya kalmaz Ankara’ya, bu sigaranın cennetine düşeceksin” diye teselli ediyorum kendimi. 

Sigaranın cennetine düştüm düşmesine de, üç aya kalmadan keş oldum çıktım. Günde yarım paketle başladığım Tekel 2000, git gide kesmemeye başladı, bir pakete çıktım. Sağlık filan bir yana da para yetişmez oldu merete. Artık Samsun’u, Maltepe’si de tat vermiyor işin kötüsü. “Aslanım,” dedim, “zirvede bırak bu işi, düşürme kendini Maltepe’ye.” Bir iki bırakmayı denedim olmuyor. Üç gün zor dayanıyorum, bu son diyerek yeni bir Tekel 2000 alıyorum ama sonu gelmiyor bir türlü. Üç arkadaş bir öğrenci evinde kalıyoruz Küçükesat taraflarında. O sırada bir arkadaşın amcası büyük bir mobilya işini batırdığı ve alacaklıların korkusundan bir süre ortadan kaybolması gerektiği için bizde kalmaya başladı. Kayseri’nin sayılı zenginlerindenmiş işleri batırmadan önce. Tam o sıralar ben de Tekel 2000’le olan imtihanımdayım. Baktım olacak  gibi değil. “Yav,” dedim, kendi kendime, “bunun kolayı var, yemin et, bir daha sigara içmeyeceğim diye vallah de billah de, kurtul bu para tuzağı lanet şeyden.” Yemin ettim. Tam bir ay dayandım, evde de fosur fosur sigara içiliyor aksi gibi. Ev arkadaşlarım ODTÜ’lü, her akşam gelen giden eksik olmuyor, sabahlara kadar kağıt oynanıyor. Ama ben kuduruyorum sigarasızlıktan. Bir pazar günü yalnızım evde, daha doğrusu şeytanımla birlikte. Baktım arkadaşın amcasının odasında bir kutu puro var, hem de Kübalı kızların baldırlarında sardıkları gerçek Küba işi purolardan. Gözlerim parladı parlamasına da yeminliyim elden bi’şey gelmez. Sağolsun şeytanım yardımcı oldu. “Sen neye yeminlisin güzel abim?” dedi şeytan bana tatlı tatlı. “Sigaraya,” dedim. “Peki, bu ne, oku üstünü kutunun,” dedi. Okudum gerçekten de sigara yazmıyor, puro yazıyor. “Yeminin bozulmaz bununla, yak sen bir tane içelim birlikte” dedi. “Valla haklı adam,” dedim. Yaktım bir tane. Meğer puro sigara gibi değilmiş, iki nefes alınır söndürülürmüş, köylü çocuğuyum ya nereden bileyim. İçtim koca puroyu bir oturuşta. İçtim içmesine de, başım öyle bir dönüyor ki ayağa kalkınca yığılıp kaldım oraya. Yolumu bulmuştum sonunda. Kutudan tırtıklaya tırtıklaya puroları bitirdim, Castro’nun ruhuna varsın. Şimdi ne yapacaktım, yolun sonuna gelmiştim. Düşündüm ki, bu işin sonu yok. “En güzeli,” dedim “Sen adam gibi bir tövbe-yemin daha et. Hem bu sefer sigara, puro filan deme, daha bu işin piposu, nargilesi var, var da var anasını satayım. En iyisi sen tüm tütün mamulatı diye büyük yemin et, daha da ağzına sürme bu zıkkımı.”

İşte o yeminim, tıbbiyenin ikinci sınıfındayken ettiğim yeminim hala bozulmadı. Bazen diyorum şöyle şalgamla yenilmiş sıkı bir Adana kebabın üstüne, közde pişmiş kahve yanında bir cigara olsa da tüttürsem diyorum ama şeytan diyor ki “Abi ben bile yardımcı olamam sana, kendin ettin kendine. Başının çaresine bak, öyle teşkilatlı yemin etmeseydin, nargileyi filan karıştırmasaydın işe yardımcı olurdum ama şimdi kusura bakma, elimden bir şey gelmiyor.”


Yorumlar

Hayat yazıyor dedi ki…
Yemine sadık kalmanız ne güzel tıbbiyenin 4. sınıfında başlamıştı kuzenim hala içiyor :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...