Bu yazı Oggito'da yayınlanmıştır. (https://oggito.com/edebiyatta-entelektuellige-karsi-ummilik-04201860739)
Yazar olacak gençlere yapılan en büyük tavsiye, yazma serüvenine girmezden önce çokça okumuş olmaları, kaplarını doldurmadan taşmaya cüret etmemeleridir. “Bin okuyup bir yazmak” olarak da mottolaştırılacak bu yaklaşım artık birçoklarına göre üzerinde tartışılmayacak büyüklükte bir hakikattir. Bu görüşe göre dünya klasiklerini ve Türk klasiklerini okumadan yazmaya girişmek eblehçesine bir özgüvenin tezahürüdür. Bu satırın yazarı da buna benzer düşüncelere sahipti aslında. Kırk yaşından sonra yazmaya başlaması da aslında bu tavsiyeye uymuş olmanın getirdiği bir gecikme değil de nedir? Gerçekten iyi yazar olmak için çokça okumak elzem midir, hadi daha kestirmeden söyleyeyim, başkalarını çok okumak yazarın özgünlüğünün önündeki tehditlerden biri midir? Emin değilim. Okumuş bir yazar olmak mı iyidir, ümmi bir yazar olmak mı?
Türk Dil Kurumu ümmi kelimesini dar manasıyla “okuyup yazması olmayan kişi” olarak tanımlar. Osmanlıca lügatleri kurcaladığımızda “anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mektep ve medresede okumamış kimse, kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemiş kimse” gibi tanımlar da karşımıza çıkar. Arapça kökenli kelime için İslam Ansiklopedisi “ ‘emm’ kökünden veya ‘anne’ anlamına gelen ümm ya da ‘topluluk, millet’ gibi mânaları ifade eden ümmet kelimesine nisbetle elde edilen ümmî, okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş; az konuşan, konuşurken hata yapan kimse, ümme nisbeti halinde ise annesinden doğduğu gibi kalmış, tabiatı bozulmamış, sonradan okuma yazma öğrenmemiş kişi” anlamını verir. Bütün bu tanımlarda ortak olan ve aslında bu yazının yazılmasına sebep olan heyecan verici şey, “anasından doğduğu gibi kalmanın” sanatla olan ilişkisidir.
İnsan ömrü ve hallerinin sanata en yakın hali çocukluk ve delilik değil midir? Anasından doğduğu haliyle, bu dünyaya başka bir gezegenden düşmüş ve henüz buraya ait kötülükten, kinden, art niyetten, kibirden, gösterişten, şiddetten haberi yoktur anasından yeni doğanın. Anasından yeni doğan büyüdükçe üzerine dünyanın kiri ve pası bulaşır, öldürmeyi, aldatmayı öğrenir. Anasından yeni doğan ağlamayı bilirken, gün geçtikçe anasından doğar doğmaz bildiği ağlamayı unutur da ağlatmayı öğrenir. Artık o anasından doğduğu halde değildir. Bu dünyada kaldığı her gün, anasından doğduğu halinden uzaklaşır da uzaklaşır ve sonunda artık anasının bile onu tanıyamayacağı biri haline gelir.
Anasından doğduğu gibi kalmanın bir sanatçının ihtiyacı olan en büyük şey olduğunu, “zamanında çocuk olan herkesin bir sanat eseri üretmek için potansiyeli vardır” diyen Flannery O’Connor’ın baktığı açıyla bakacak olursak tam olarak anlamış oluruz. Özgünlük ve sıradışılık yazarı diğerlerinden ayıran en önemli esastır. Bu özgünlük ister cılız, ister gür aksın, ormandaki bir kayanın altından membalanan, insan eli değmemiş kaynak suyunun pırıl pırıl duruluğudur. Hiçbir kimyasal karışmamış, pH’sı ve mineral içeriği hesaplanmamış, şişelenmemiş, market raflarına konulmamış bir saflık ve duruluktur bu.
Bir yazarın iyi yazar olmasını belirleyen iki ana unsur olduğunu düşünüyorum. Birincisi ve en önemlisi özgünlük ve ‘yaratıcılık’, ikincisi de teknik. Her yazar –ya da birçok yazar– yazmaya taklitle başlamıştır. Yazarların ilk ürünlerine bakınca hangi yazar(lar)dan etkilendiğini anlamak bile mümkün olur. Bunda garipsenecek bir durum yok kanaatindeyim. Git gide yazar kendi çizgisini bulur. Aslında bir taraftan okuma alanını genişleten yazar, kahramanı olan yazardan başka büyük yazarlar da olduğunu fark etmiş, onlardan da etkilenmiş, ama en sonunda kendine bir yol bulmuştur. Ama ne olursa olsun, ne kadar iyi bir tarz oluşturursa oluştursun yine de bütün okuduklarından üzerinde bir iz kalır yazarın. Bugün hâlâ birçok büyük yazarı, şairi okurken az da olsa Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Kafka, Gogol, Rimbaud tadı gelmiyor mu damağımıza? Okumak yazarın tekniğine büyük katkı sağlarken, özgünlüğüne ve ‘yaratıcılığına’ da onulmaz hasarlar verir.
Ümmi kalabilmiş yazar var mıdır peki gerçekten? Az sayıda olsa da vardır. Düzensiz bir eğitimin sonunda ondokuz yaşında ilk şiir kitabı yayınlanan ve henüz yirmi bir yaşındayken de son şiirini yazarak şiiri bırakıp, kaçakçılıktan, paralı askerliğe, her türlü edebiyat dışı işe bulaşan ve ondokuz yaşında yazdığı Cehennemde Bir Mevsimle dünyada şiirin konseptini değiştiren, Türkiye’de başta İsmet Özel gibi birçok ikinci yeni şairini etkileyen Arthur Rimbaud ümmidir. Hiçbir resmi eğitim görmeyen, uzun yıllar bahçe bekçiliği, ayakkabı tamirciliği, çiftçilik, tramvay biletçiliği yapan ve 1920 yılında edebiyat Nobel’ini kazan Knut Hamsun da ümmidir. Türkiye’den de ümmi yazar ve şairler çıkmıştır. Bence Ahmed Arif ve Cahit Zarifoğlu da ülkemizin önde gelen ümmilerindendir.
Kendi yazı serüvenim de okumanın verdiği hasarları pansumanla geçiyor. Nitelikli ama yazmayan bir okur için başkalarını okumak ne kadar zihin açıcı ve verimliyse bir yazar için de o kadar tehlikelidir. Yazar severek okuduğu bir yazarın aurasından kurtulamaz bir süre. Ya o sırada yazmamalı ya da bu problemin farkında olarak temkinli yazmalıdır. Yoğun Kafka okuyup zihnim Kafka ile dolu olduğu zaman, öykülerim de daha bir Kafkaesk olurken, Zweig okuduğum zaman da öykülerim Zweigesk oluyor. Ne yapsam da kaçınamıyorum bu sorundan. Bunu henüz tarzını bulamamışlık olarak bir yaftalamanın kolaya kaçacağını düşünüyorum. Bundan kaçınabilecek bir yazar yoktur bence. Bundan kaçınmanın belki de tek çaresi beğenilen bir yazar okuduktan sonra o yazarın coğrafyasından ayrılana kadar yazmayı ertelemektir.
Bu yazıyla başıma iş açacağımın farkındayım. Yaş olarak genç olmasam da yeni yeni yazmaya başlayan bir öykücü olarak, edebiyatın kutsallarından birine, “okumadan yazar olunmaz” mitine karşı saldırıda bulunmanın bedel gerektirebileceğini öngörebiliyorum. Ancak her şeye rağmen yine de, yazarların çok okumasının tekniklerine katkı sağlasa da özgünlüklerine zarar verebileceğini düşünüyorum. Bu nedenle özgün kalmak için entelektüelliğe karşı ümmiliğin yanındayım. Cahilliğin değil.
Yorumlar