Ana içeriğe atla

Senin En İyi Arkadaşın Olabilir miyim?

 






Bu yazı Birgün Gazetesi'nin kitap eki Birgün Kitap'ın 193. sayısında (16.02.2018) yayınlanmıştır. ( https://www.birgun.net/haber-detay/senin-en-iyi-arkadasin-olabilir-miyim-204635.html )

Sevgili Murat;

Sen 1975 yılında Havza’da doğup, bir jandarma aracının arka koltuğunda ve kelepçeli olarak sona ereceğini henüz bilmediğin bir yaşama adım attığın günlerde, ben de Seydişehir’de başka bir yaşama başladım. Sana “Sevgili Murat” deme cesaretini yaşıt olmamızdan alıyorum, umarım gücenmiyorsundur. Yaşıtız ama tanımazsın beni. Ben de senin gibi öyküler yazıyorum, yaşama acımızı biraz olsun hafifletir diye. Utanarak söyleyeyim ki, o güne kadar tanımıyordum seni. Şöyle tanıdım; önce akşam saatlerinde “Bandırma Cezaevinde bir mahkûmun cezaevi aracında öldüğü” haberini gördüm sosyal medyada. Bu sıralar zaten ne çok insan öldüğü için cezaevinde, ilgimi çekse de üstünde uzun süre dur(a)madım. Sabah da ölen kişinin sen olduğu, yani ödüllü öykücü Murat Saat olduğu haberleri yayıldı. Neden bilinmez, inanılmaz bir acı saplandı yüreğime. Herhangi bir yazarın, herhangi bir mahkûm yazarın ölüm haberini almaktan çok daha fazla bir şeydi acım. Belki de seninkiyle kıyaslayınca göz açıp kapamalık bir süre kadar olan mahpusluğumdan, ellerim kelepçeli olarak çok kez hastaneye götürülmekten, bir ring aracında ölmenin ne denli büyük bir acı olduğunu bilmektendi bu acı.

Önce kim olduğunu araştırdım Google’dan. “1996 yılında, 21 yaşındayken hapse girdiğin, müebbede hükümlü olduğun, uzun süre Sincan Cezaevinde tutulduktan sonra, 2016’da Bandırma Cezaevine sevk edildiğin, cezaevinde yazdığın, “Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın?” adlı öykü kitabının ödül aldığı” dışında başka bir bilgi yoktu hakkında. Hatta doğru dürüst bir resmin bile yoktu Google görsellerde. Google görseller de neyin nesi diyorsundur, çok haklısın, sen hapse girdiğinde değil Google, internet bile yoktu hayatımızda.

Sevgili Murat, hapse girdiğin sene, ben Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi dördüncü sınıftaydım, sen de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi üçüncü sınıfta. Sonra ben Tıp Fakültesini bitirdim, sen okulunu bitiremedin, çünkü okulunu bitireceğin sene hapse atıldın. Ardından ben çocuk hastalıkları ihtisası yaptım Ankara’da, evlendim, sen hala hapisteydin Sincan’da. Ben senin hapiste olduğunun farkında bile olmadan, tam 21 yıl geçirdim. Zaman zaman arabamla –senin hiç araban olmadı, ama benim ki de 1992 model bir Broadway’di zaten- önünden geçerdim Sincan Cezaevinin. Sen hücrende yatarken, ben arabamın bagajında mangal malzemeleriyle Göksu Parkı’na filan giderdim. İki kızım doğdu, okula bile başladılar, sen hapisteydin hala, hiç kızın olmadı, evlen(e)medin. Tam 21 yıldır, çoraplarınla bir evin halısına basamadın, biber kızartması kokan bir evin pazar kahvaltısına uyanamadın, 21 yıldır incecik parmaklı, yumuşacık elleri olan bir kadın tarafından saçların okşanıp, “canım, iyi misin” denilmedi, banyo günlerinde, sıcak su hemen kesiliverir diye alelacele, yılların kiriyle yağırlaşmış, yosun tutmuş, idrar kokan tuvaletlerde yıkandın, bir kitaplıktan güzel bir kitap seçip okuyamadın, 21 yılda kim bilir ne vefasızlıklar gördün dostlarından. Acıyan yerlerine yazıyı, öyküyü basarak tam 21 yıl dimdik ayakta durmaya çalıştın. Bense bütün bunlardan habersiz, varlığından habersiz 21 yıl geçirdim.

Hapiste hastalık ne zordur, iyi bilirim. İçeride kolum kırıldığında, saatlerce demir kapının açılıp gardiyanların gelmesini, doktora götürülmeyi beklemenin, o çaresizliğin ne korkunç bir şey olduğunu çok iyi bilirim. Kim bilir sen bu 21 yılda geçirdiğin hastalıklarında, ne çok gardiyan, revir günü, ilaç teslim günü gelmesini bekledin. Sonsuzluğa kanat çırptığın gün de, seni ölüme götüren göğüs ağrını gardiyanlara duyurabilmek için kim bilir ne kadar çaba sarf ettin. Ama sesini duyuramadın onlara, çünkü onlar duvarlar gibi sağırdı. Ölmenle, yaşaman arasında hiçbir fark yoktu onlar için. Hatta ölmen, sabah ve akşam sayımlarında bir eksik kişi sayacak olmalarından, karavanayı bir eksik verecek olmalarından dolayı daha bile iyiydi. Ambulans da çok görülmüş sana, sonradan öğrendik hepsini. Cezaevi aracının arka koltuğuna karga tulumba atılıp götürülmüşsün, ne acı. Yolda kalbin durmuş. Kahreden bir ölüm biçimi, aklıma geldikçe çıldıracak gibi oluyorum inan. Keşke diyorum doktorun olabilseydim, göğüs ağrın başlar başlamaz ilk müdahaleyi yapıp, hayatta tutabilseydim seni. Hayatta tutabilseydim de, içeride bile olsan öykülerinle, duruşunla, bize yaşamayı, direnmeyi, sevmeyi öğretmeye devam etseydin.

Hiçbir kitap ekinde, kültür sayfasında, seninle yapılmış bir röportaj yok. Hakkında o kadar az şey yazılmış ki inanamazsın. Sadece birkaç vefalı dostun yazmış, o kadar, Ayşegül Tözeren, Merve Akıncı, Aslı Uluşahin, Sibel Öz, Sedat Demir gibi vefalı dostların. Bir elin parmağını geçmeyen bu dostların dışında, tıpkı hapiste olduğun gibi yapayalnız kalmışsın edebiyat dünyasında da. Ayşegül Tözeren ne de güzel anlatmış bu yalnızlığını, “Murat Saat’in ilk öykü kitabına ilişkin edebiyat dünyası Ömer Erdem’in değerlendirme yazısı dışında suskun kaldı. Sosyal medya paylaşımları oldu yalnız. Sosyal medyadan söz açılmışken, Murat Saat’in “doğal olarak” Facebook, Twitter hesabı yoktu. Hem çay, kahve, içki sohbetlerine de katılamazdı. Söyleşiye çağırsan gelemezdi. Dahası yazarların, yazar eş dostlarından oluşan bir ağları vardır. Murat’ın öyle bir ağı da yoktu.” Dostlarına yazdığın mektuplardan öğreniyoruz, yalnızlığını, çığlığını ve en önemlisi de niçin yazıyor olduğunu. Aslı Uluşahin’e “Sanırım ben yazarak ilk önce, buraya ait olmadığımı söylemeye çalışıyorum. Bu mekânın benim karakterim olmayacağını, bunu kabul etmediğimi ilk önce kendime tekrar tekrar hatırlatmak istiyorum. Bu şekilde başka hayatları yazarken kendimi var ediyorum aslında.” demişsin. Yazarak sağaltmışsın kendini, var olmuş ve yaşamdan keyif almışsın her öykünle.

Bilmem bu mektubu gecikmiş bir özür, bir pişmanlık beyanı sayar mısın sevgili Murat? Bundan sonra ne yazsak, ne yapsak seni geri getiremeyiz, onu da çok iyi biliyorum. Ama bu mektubu yazmayı bir borç bildim kendime, tarihe not düşmek için, seni geç tanısam da ne çok sevdiğimi bilsin herkes diye. “Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın?” diye sormuşsun. Ne olur, geç de olsa, senin en iyi arkadaşın olabilir miyim?







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...