Ana içeriğe atla

Hayaller Marx, Gerçekler Mark Zuckerberg

 




Bu yazı Oggito'da yayınlanmıştır ( https://oggito.com/hayaller-marx-gercekler-mark-zuckerberg-04201861045 )

Ünlü felsefeci ve sanat eleştirmeni Arthur C. Danto, 1964 yılında Stable Sanat Galerisinde sanat eseri olarak sergilenen bisküvi ve patlamış mısır kutularının, “Sanatın Sonunu” ilan eden sembolik nitelikteki sanat eserleri olduğunu belirtti. 2002 yılında yayınlanan bu makalede özetle şunlar söyleniyordu: “Sanatın sonu dendiğinde anlaşılması gereken, özellikle 1960’larda kendini gösteren bir dizi kavramsal devrimle birlikte –Pop, Fluxus, minimalizm, kavramsalcılık vb– bir sanat yapıtının nasıl olması gerektiğini belirleyen her tür sınırlamanın ortadan kalkmasıdır. Öyle ki sanat yapıtı her şeye benzeyebilir; sözgelimi ilk bakışta sıradan bir nesne gibi görünebilir. Burada asıl mesele şudur: yalnızca birer kutu, tahta veya karton parçası veya birtakım çer çöp gibi görünen şeyleri sanat yapıtı kılan şey nedir? Bu da, bir şeyin sanat olup olmadığının belirlenmesinde bizzat sanatın tanımının her zamankinden daha etkili olduğunu gösteriyor ki bu da şu anlama geliyor: Günümüzde sanat felsefesi, onsuz da rahatlıkla var olabilecek bir etkinliğin –sanatın– dışsal açıklaması değil, sanata içkin bir hale gelmiştir.1

Danto 1964’te yayınladığı bir başka makalesinde de ilk kez “sanat dünyası” terimini sanat yapıtının yaratıldığı kültürel ve tarihsel bağlamı ifade etmek için kullandı. Bu kavram, bir nesnenin ancak “sanat dünyası” ona “değer atfettiği zaman” sanat yapıtına dönüştüğünü savunan George Dickie’nin kurumsal sanat teorisine de temel teşkil etti2.

Tam yüz yıl sonra sonra Marx’ın ütopyasına gelinmişti. Henüz 19. yüzyılın ortalarında Marx, özerklik niteliğine verdiği önem ile sanatın piyasa-dışı olması gerektiğine vurgu yapmış ama kapitalist koşullarda bunun başarılamayacağını yazmıştı. Marx’ın hedefi sınıfsız bir toplum ve devletsiz bir dünya yaratmaktı. İşte emeğin estetikleşmesi ya da başka bir anlamda “makinelerin estetikleşmesi” ve sanatın ortadan kalkması da bu topyekûn özgürleşme ve refaha ulaşma aşamasından sonra, yani sınıfsız toplum, devletsiz dünya düzeyinde gündeme gelecekti3.

Marx’ın ütopyası özetle şuydu. El becerisi ve yeteneğin estetikleşmesi sonrası sanat, seçkinler sınıfının elinden kurtulup, bütün bir toplumun ortak malı olacak, üretilen her şey artık bir sanat eseri olacaktı. Bu nedenle kapitalist sistemde özel bir sınıf tarafından üretilen ve başka bir sınıf tarafından da “bu sanat eseridir” etiketi yapıştırılan sanatın sonuna gelinecekti. Böylelikle herkes bir çeşit sanatçı olacak ve sanat gündelik hayata karışacak, sanat-sanat olmayan ayrımı, bunu tescilleyen herhangi bir özel seçkin sınıf olmadığı için tamamen silinecekti. Yani bir kişiye sanatçı demek için onu onaylayacak bir sanat çevresine, okura, seyirciye, medyaya ihtiyaç kalmayacaktı. Kısaca sınıfsız toplumda el emeğiyle üretilen her eser bir sanat eseri ve onu üreten herkes sanatçı olacak, ya da tersten bir bakış açısıyla olumsuz manasıyla sanat ortadan kalkacak, sanatçı olmayacaktı.

İronik olarak Marx’ın hayalini kurduğu şey, bugünlerde Amerikan hükümetiyle başı bir hayli dertte olan Facebook’un mucidi Mark Zuckerberg ve Zuckerberg familyası olarak nitelendirebileceğimiz sosyal medya kurucuları tarafından gerçekleştirildi. Facebook’ta herkes edebiyatçı, Twitter’da felsefeci, Instagram’da fotoğraf sanatçısı, Youtube’da yönetmen, oyuncu, şarkıcı, eleştirmen olabiliyordu. Hem hiçbir kurumun bu mecralarda üretilen şeylere “bu bir sanat eseridir” onayı vermesine gerek kalmıyor, zaten sosyal medyadaki milyarlarca “sanatçı” da böyle bir onaya gereksinim duymuyordu. Kahrolası sınıf farkı ortadan kalkmıştı. Tezgâhtar Zarife, CEO Serkan, Hamal Hamid, Profesör Aydın birbirlerini takip ediyor, like’lıyor, üretilen sanat eserlerinin milyonlara ulaşması için paylaşarak emek harcıyor, çaba gösteriyordu. Hem bu sanat eserlerine ulaşmak için kapitalistlere bir kuruş para kaptırılmıyordu. Her sanat eserine bedava olarak internetten ulaşılabiliyordu. Böylelikle sosyalist toplumun bir başka ütopyası olan “yârin yanağından gayrı” her şeyin paylaşımı da göz yaşartıcı bir cömertlikle gerçekleşmiş oluyordu. Adı bir başka sanatçı olan şair Enis Batur’la karışan ama Enis Batur’dan çok daha ünlü bir vlogger Enes Batur’un çektiği film gişe rekorları kırıyor, Nuri Bilge Ceylan’ı arkasından iç çekerek baktırıyor, film eleştirmenlerinin olumsuz yorumlarını iplemeyen binlerce Enes Batur takipçisi filmi izlemek için sinemaları hınca hınç dolduruyordu. Halklar birleşmişti. Her şeye rağmen eski bir burjuva alışkanlığıyla kendisine “sanatçı” demekte ısrar eden ancak sosyal medyada doğru düzgün takipçisi bile olmayan, yazdıkları en fazla birkaç bin satan yazarlar kitap fuarlarında imza günlerinde sinek avlarlarken, ilk baskısı 300 binden az olmayan halkın içinden çıkmış sosyal medya fenomenlerinin (sanatçılarının) imza günlerinde kuyruklar sonsuza doğru uzayıp gidiyordu. Halkın gözü açılmış, sanat artık seçkinlerin elinde bir tahakküm unsuru olmaktan çıkarılmış, hiçbir kurumun onayına ihtiyaç duymadan herkes sanatçı olma şansını yakalamıştı. Şarkıcı olmak için stüdyoya, eğitime gerek yoktu. Kırk wattlık ışıkla aydınlatılan bir bekâr odasında kız arkadaşınızla çektiğiniz bir şarkı milyonlarca tıklanıp, ertesi hafta ülkenin en ünlü şarkıcılarından biri haline gelebiliyordunuz. Halk kazanmış, bir avuç sanatçı müsveddesi de kaybetmişti.

Marx bugünleri görmeliydi. Ütopyası gerçekleşmişti: sanat yıllarca boyunduruğu altında kaldığı seçkin sınıfın elinden kurtulmuş halkların eline geçmişti, yani sanatın sonu gelmişti.

Kaynaklar

  1. http://www.theartnewspaper.com/articles/Arthur-C-Danto-philosopher-and-art-critic-has-died-aged-/30806
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Theory_of_art
  3. Emre Zeytinoğlu. İktidarsızlığın İktidarı ve Sanat, Ayrıntı Yayınyınları, 2014





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...