Ana içeriğe atla

Martin Eden Sendromu

 









Martin Eden Sendromu


Bu yazı 16 Ağustos 2022'de https://www.edebiyathaber.net/genc-martin-eden-sendromu-ahmet-karadag/ adresinde yayımlanmıştır.


Biz doktorların en sevdiği işlerin başında hastalıkları tanımlamak ve sınıflandırmak gelir. Tanımlayamadığımız, hakkında hiçbir fikre sahip olmadığımız hastalıklara bile “idiopatik grup” der ve ona bir isim vermekle hastalığa karşı açık yenilgimizi gözlerden uzak tutmaya çalışırız. Tıp tarihi bu nedenle binlerce sınıflandırma, hastalık ismi, sendrom ve tanımdan oluşur. 

Martin Eden Sendromu da bu hastalıklardan biridir. Jack London’un aynı isimli otobiyografik roman kahramanı Martin Eden’in yaşadığı ve “arzulanan, peşinde koşturulan, uğruna birçok şey feda edilen ve varıldığında mutlak mutluluğa erişileceği düşünülen hedeflerin elde edilmesiyle beraber gelen boşluk, hissizlik, amaçsızlık ve anlamsızlık duygusu” olarak bir Ekşi Sözlük yazarının gayet güzelce tarif ettiği bu sendrom önceleri edebiyat dünyasında bir metafor olarak kullanılmaktayken, git gide psikiyatristlerin ilgisini çekerek bugün bir psikolojik durumun adını almıştır. İlk kez 1996 yılında Rus psikologlar Vadim Rotenberg ve Viktor Arshavsky “başarı depresyonu” olarak özetlenebilecek bir tanımlamayla Martin Eden Sendromunu tıp literatürüne kazandırmışlardır. 

Romanı kısaca hatırlayacak olursak, kendisinden çok daha zengin ve kültürel birikimi yüksek olan üst sınıf bir ailenin genç kızına abayı yakan Martin Eden, özenerek baktığı bu ışıltılı dünyaya dâhil olabilmek için -böylelikle de sevdiği kızı elde edebileceğini düşünerek- çok çalışır, kendisini paralar. Ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar zahmetli ve uzun bir sürecin sonunda editörlere, yayınevlerine kendini kabul ettirerek amacına ulaşır ve herkesin takdir ettiği meşhur bir yazar olur. Ünlü olana kadar sevdiği kızın ilgisini çekemeyen hatta ağır bir şekilde hor görüsüne maruz kalan Martin Eden’de bu aşamada bir uyanış olur. Önce aşağılayarak onu terk eden kızın, ünlü bir yazar olduktan sonra hiçbir şey yokmuş gibi geri dönüşündeki samimiyetsizlik ve iki yüzlülük onu sarsar, sonra da tam bir boşluk ve anlamsızlık sarmalı başlar. .  Güzel olan ve hayatını anlamlı kılan asıl şeyin, bir rüyanın peşinden gitmek olduğunu, hayalini kurduğu o çevrenin, koca bir kokuşmuşluktan ve sahtelikten ibaret olduğunu fark ederek ağır bir mutsuzluk ve depresyonun içine düşer. 

Buraya kadar olan kısımların bu yazının birçok okuyucusu tarafından iyi bilindiğinin farkındayım elbet. İşte tam da bu noktada doktor kimliğimle Martin Eden Sendromu’nun daha önce tarif edilmeyen, üzerinde pek de durulmamış bir tarafından bahsedeceğim. Martin Eden Sendromu’nu sadece sonucu itibariyle, yani “istediğini elde etmiş, zafere doymuş insan depresyonu” olarak değerlendirmeyip, sürecin başlangıcı, genç Martin Eden’in yaşadıkları boyutlarıyla da değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bir genç yazarın ruh dünyası açısından Martin Eden Sendromu’nun başka bir psiko-patolojiyle ilişkilendirilebileceğini değerlendiriyorum.  Şöyle ki; yazmaya yeni başlayan ve bu konuda hiçbir temeli olmayan genç Martin’in yazdıklarının çok kaliteli olduğu konusundaki tereddütsüzlüğü, hemen yayımlatma konusundaki hırsı, narsistik özgüveni, yazdıklarını yayımlamayan editör ve yayınevlerine olan fiziksel şiddete varacak boyuttaki aşırı öfkesi, çok hızlı bir şekilde sınıf atlama, ünlü ve zengin olma arzusu patolojik boyutlardadır ve bu hastalık klasik “Martin Eden Sendromundan” ayrı bir isimle; “Genç Martin Eden Sendromu” olarak adlandırılmalıdır. Görüldüğü üzere beş dakika içerisinde tıp literatürüne yepyeni bir terim kazandırmış oldum (!).

Şakayla karışık da olsa aslında tüm bu yazıyı yazma sebebim, yazma süreçlerinin henüz başında olan gençlerin, ya da benim gibi istisnai olarak kırkından sonra yazmaya başlayanların dikkatini haddim olmayarak bir konuya çekmek. Yazma eyleminin en birinci motivasyonu elbette ki okunmaktır. Fırıncı yenilsin diye ekmek yapıyor,  yazar da okunsun diye yazıyor. Ardından da yazdıklarının beğenilmesini, takdir edilmesini istiyor yazar. Sonra da her faninin istediği üzere bilinir olmak, parmakla gösterilmek ve o rahatsız edici denilişiyle “şöhret” olmak istiyor bir bakıma. Ancak unutulmamalıdır ki, tüm bu sürecin çok uzun emek gerektiren aşamaları vardır ve her zaman bu zafere ulaşmak mümkün olamayabilir. Eminim ki o yıllarda Amerika’daki binlerce Martin Eden’den sadece birkaç tanesi süreci Jack London olabilmeyi başararak tamamladı. Eğer bu noktada “Genç Martin Eden Sendromu” yaşayacak olursa yolun başındaki yazar, okunmayı, yayımlanmayı psiko-patolojik boyutta bir hırsa dönüştürürse birçok yanlışa düşebilir. Yazdıkları yayımlanmadığı, kitaba dönüşmediği zaman bunun sorumlularına karşı narsistik bir öfke duyabilir. Yazdıklarını değerlendirmedeki hakkaniyetli kriterleri yitirebilir. Daha ilk kitabıyla, hatta ilk öyküsüyle kendisini Kafka, Çehov zannedebilir. Bu yanılsama da gelişimin önündeki en büyük engeli oluşturur. Her nerede olursa yayımlatma arzusu, şehveti, yazarı kendi dünya görüşüne taban tabana zıt yayınevlerinin kucağına itebilir, ileriki yıllarda özür dilenmesi gereken bir pişmanlığa sürükleyebilir. 

Her büyük başarının arkasında dar kapılardan geçmiş olma, dikenli yollardan yürümüş olma neredeyse değişmez bir kuraldır. Çok hızlı kazanılan büyük başarılar istisnaları oluşturur ve çoğu kez de aslında gerçek bir başarı da söz konusu olamayabilir. Bu nedenle yolun başındaki yazarlar da çok uzun bir sefere çıkmanın azmi ve kararlılığıyla, yolun zorluklarını hesaba katarak ve hatta sonunda önemli olanın menzile ulaşmak değil bizzat yolun keyfini çıkararak, dingin, sakin, kendi sınırlarının ve yazdıklarının ederinin farkında olarak bir yolculuk yapmak olduğunu içselleştirmelidirler. Bunu yapmayı başardıkları zaman, ne aşılmaz editör kalelerinin, zırhlı birlik yayınevlerinin önünde yenilgi duygusu yaşarlar, ne de küçük zaferlerin sarhoşluğuna düşerler. Yazmanın amacının bizzat yazmak olduğunu, sabırla, kendinin farkında olarak ve gelişerek yazdıkça bir gün mutlaka hak ettiği bir okur kitlesine ulaşacağını bilerek yazmak, yazma yolculuğunun keyfini çıkarmak belki de temel hedef olmalıdır. 

Yazma yolculuğunun başında ama uzun bir yolculuk için de yeterince genç olmayan biri olarak “Genç Martin Eden Sendromunun” tehlikelerine dikkat çekmek istedim. Değil “ünlü bir yazar” olmak “yazar” olmak bile çok zor ve zahmetli bir iştir. Steinbeck bile ömrünün sonlarına doğru “Yazar olmak gerçekten çok uzun zaman aldı ve hala devam ediyor” diyebilmiştir. Bu nedenle sabırla, tutkuyla ama sadelik ve dinginlikle yazar olma sürecini tamamlamalıdır her yazar, eğer gerçekten tam anlamıyla başarılabilen bir şeyse yazar olmak…

edebiyathaber.net (16 Ağustos 2022)





Yorumlar

Ahmet Karadağ dedi ki…
Bu yorum yazar tarafından silindi.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Parşömen Fanzin 2024 Edebiyat Soruşturması: Ahmet Karadağ

  2024 yılında yayımlanan kitaplardan beğendiklerinizi, beğenme nedenlerinizden kısaca bahsederek bizimle paylaşır mısınız? Bu sene yerli edebiyat açısından verimli bir yıldı. Eminim henüz okumadıklarım arasında birçok başka güzel kitap da vardır ama okuduklarım arasında beğendiklerim bir sıralama olmaksızın şöyle: Yanımda Kal (Eylem Ata): Siyasetin edebiyattan git gide uzaklaştığı bu günlerde “hayata dönüş” operasyonları gibi politik konuları edebiyatın büyüsü içinde anlatmadaki ustalığı nedeniyle. Çığlıkta Arşe (Gönül Demircioğlu): Yepyeni bir şiir dili oluşturma çabası nedeniyle. Meryem’in Çiçekleri (Abdullah Ataşçı): Osmanlı’nın yıkılışı döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birlikte yaşayan Kürt-Ermeni-Türk köylerinin birbirleriyle ve devletle olan çatışmalarını anlatmadaki başarısı nedeniyle. Billur Örüntüler (Rıdvan Hatun): Öyküde yeni bir dil geliştirme çabası nedeniyle. Yazınsal Tutkunun Peşinde (Şirvan Erciyes): Bir taraftan roman eleştirileri yaparken bir taraftan da ni...

Her şeye rağmen edebiyat mı?

  Geçen haftalarda yazdığım bir tweet nedeniyle eski bir tartışmayı fitillemiş oldum. Epeyce bir tepki de aldım. O tweet’i yazarken sosyal medyanın doğasının ve özellikle de Twitter ortamının bu tür şeylere bağışık olmayı gerektirdiğinin farkındaydım. Zaten sosyal medyada linç edilmeye epeyce alışığım. Ama yine de kendimi orada yazdığım şeyleri söylemek zorunda hissettim. Bir kez daha söyleyeceğim. 2 Ekim 2024 tarihinde Twitter’da, “Şuna inanıyorum ki edebiyat dünyasında bazı şeyler sadece sözde. En solcu benim diyen edebiyatçılar bile GYY ‘Ben faşistim ulan var mı diyeceğiniz,’ diyen bir yayınevinden çıkan öykü kitaplarını öve öve, tanıta tanıta bitiremiyorlar…” diye yazmıştım. Bu tutarsızlığa kızmıştım. Ardından Parşömen’de Emirhan Mutlu “Nerede o eski tartışmalar” başlıklı yazısında bu konuya değindi. “Karadağ bu yazıda solcu olduğunu iddia eden yazarların genel yayın yönetmeninin faşist olmakla övündüğü bir yayınevinden çıkan kitabı tanıtıp övmelerini tutarsız bulduğunu söylüyo...

Dirlik Düzenlik Apartmanı Üzerine (İnceleme - İnan Sabırcan)

  Kitap okurken kendim için bir yöntem geliştirdim. Yazarların hayat öykülerine, özgeçmişlerine bakmamaya çalışırım. Yazar zaten yeterince dertlidir ki klavyenin, ekranın başına geçmiş içini dökmektedir. Ahmet Karadağ’ın 2024 yılında basılı olarak Mahal Edebiyat tarafından yayımlanan Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabına ulaştığımda, kitabın adını bir daha okuyup tebessüm ettiğimi hatırlamaktayım. Kitabı elime alır almaz özgeçmişi hemen es geçtim, beni ilgilendiren yazarın kim olduğu değil, merakım yazılanadır. Kitaba ulaşmamı sağlayan arkadaşıma da aynısını söyledim, bana yazarın kim olduğunu anlatmayın. Yaşamak, çalışmak, bu dünyada bir işe yaramak. Türkçe’nin en güzel yanı sözcüğe -mek, -mak eki getir, anlamda bozulma çok yoksa o sözcük 12 Eylülcülerin deyimiyle fiildir, bizim gibi Öz-Türkçe sevdalıları için ise eylem demektir. Ahmet Karadağ’ın Dirlik Düzenlik Apartmanı kitabındaki yazıtlardaki yöntemin eylemek üzerine olduğu görülmektedir. Yazarın yarattığı kişilikler, günün tekno...